Ama Füsun Merhamet Apartmanı'ndaki randevuya on dakika gecikince, çıkardığım bu sonuçları unutuverdim hemen. Sibel'in hediyesi saatime ve Füsun'un sallayıp çınlatmaktan hoşlandığı Nacar marka çalar saate sürekli göz atarken, perdeler arasından dışarıya, Teşvikiye Caddesi'ne bakmaya, parkeleri gıcırdata gıcırdata aşağı yukarı yürümeye, Turgay Bey'e kafayı takmaya başladım. Az sonra kendimi daireden dışarı attım.
Bana doğru geliyorsa Füsun'u kaçırmayayım diye her iki kaldırımı dikkatle gözden geçirerek Teşvikiye Caddesi'nden Şanzelize Butik1 e yürüdüm. Ama Füsun dükkânda da yoktu.
"Kemal Bey, buyrun," dedi Şenay Hanım.
"Sonunda Sibel Hanım la şu Jenny Colon çantayı alalım dedik," dedim.
"Kararınızı değiştirdiniz demek," dedi Şenay Hanım. Dudağının kenarında alaycı bir gülümseme vardı, ama fazla sürmedi. Benim Füsun yüzünden bir mahcubiyetim varsa, onun da bile bile sahte mal satmak gibi bir utancı vardı çünkü. İkimiz de sustuk. Bana eziyet gibi gelen bir yavaşlıkla vitrindeki mankenin üzerinden sahte çantayı indirdi, vitrindeki malı üfleyip temizlemeden satmayan tecrübeli dükkâncıların keyfiyle tozunu aldı. Neşesiz bir gününde olan kanarya Limon ile ilgileniyordum.
Parayı verip paketi almış çıkarken, "Madem artık bize güveniyorsunuz, bundan sonra daha sık şereflendirirsiniz dükkânımızı," dedi Şenay Hanım çift anlamlı konuşmanın zevkiyle. "Tabii."
Yeterince alışveriş yapmazsam dükkâna arada bir uğrayan Sibel'e bir şeyler sezdirir miydi? Yavaş yavaş bu kadının ağına düşmek değil, bu küçük hesaplan yapmak üzüyordu beni. Dükkândayken Füsun'un Merhamet Apartmanına gelip beni bulamayınca gittiğini hayal ettim. Pırıl pırıl bahar gününde kaldırımlar, alışveriş eden ev hanımları, kısa eteklerini ve yeni moda yüksek tabanlı, "apartman topuklu ayakkabılarını acemice giyen genç kızlar ve okullarının son günlerinde sokaklara çıkan öğrencilerle kaynıyordu. Gözlerimle Füsun'u arayarak çiçekçi Çingene kadınlara, kaçak Amerikan sigarası satan ve sivil polis olduğu söylenen adama, bildik Nişantaşı kalabalığına bakıyordum.
Derken üzerinde "Hayat-Temiz Su" yazan bir su tankeri hızla geçti ve arkasından Füsun belirdi.
"Neredesin?" dedik aynı anda ve birbirimize mutlulukla gülümsedik.
"Cadı öğle tatilinde dükkânda kaldı, beni de bir arkadaşının dükkânına yolladı. Geç geldim, sen yoktun." "Meraklandım, dükkâna gittim, çantayı aldım hatıra olsun
diye."
Füsun müzemizin girişinde tekini sergilediğim küpeleri takmıştı. Birlikte yürüdük. Valikonağı Caddesi'nden daha tenha olan Emlak Caddesi'ne saptık. Çocukluğumda annemin beni getirdiği bir diş hekimiyle, ağzıma kabaca soktuğu soğuk kaşığın sertliğini hiç unutamadığım bir çocuk doktorunun muayenehanelerinin bulunduğu apartmanların önünden tam geçmiştik ki, yokuşun aşağılarında bir kalabalık biriktiğini, birtakım insanların oraya doğru koşuşturduklarını, bazılarının da gördükleri şeylerden etkilenmiş, yüzleri allak bullak, bize doğru geldiklerini gördük. Bir kaza olmuş, yol kapanmıştı. Az önce geçen Hayat-Temiz Su tankerinin, yokuşu inerken sol şeride girip bir dolmuşu ezdiğini gördüm. Freni patlayan su kamyonunun şoförü bir kenarda elleri titreyerek sigara içiyordu. 1940'lardan kalma uzun burunlu Plymouth marka Teşvikiye-Taksim dolmuşunun önü, kamyonun ağırlığıyla yok olmuştu. Bir tek taksimetre sağlamdı. Gittikçe artan meraklılar arasından ön koltukta kırık cam ve ezilmiş araba parçaları içerisinde kanlı bir kadın gövdesinin sıkıştığını, bunun az önce Şanzelize Butik'ten çıkarken gördüğüm esmer kadın olduğunu anladım. Yerler cam kırıklarıyla kaplıydı. Füsun'un kolundan tuttum, "Gidelim," dedim. Ama aldırmadı. Arabanın içinde sıkışıp ezilen kadına gözlerini doyurana kadar sessizce baktı.
Kalabalık iyice artınca, sıkışıp ölen kadından (evet ölmüş olmalıydı artık) çok bir tanıdığa rastlama ihtimali beni huzursuz ettiği için -bir polis aracı en sonunda geliyordu- kaza yerinden uzaklaştık. Hiç konuşmadan karakolun sokağından yukarı Merhamet Apartmanına doğru yürürken, kitabımın başında "hayatımın en mutlu anı" diye sözünü ettiğim şeye hızla yaklaşıyorduk.
Merhamet Apartmanının merdivenlerinin serinliğinde, Füsuna sarılarak onu dudaklarından öptüm. Daireye girince de öptüm, ama oyuncu dudaklarında çekingenlik, halinde tutukluk vardı.
"Sana bir şey söyleyeceğim," dedi.
"Söyle."
"Söylediğim şeyi yeterince ciddiye almazsın ya da tamamen yanlış davranırsın diye korkuyorum." "Bana güven."
"İşte ondan emin değilim, ama gene de söyleyeceğim," dedi. Artık okun yaydan çıktığını, içindeki şeyi bundan sonra saklayamayacağını bilen birinin kararlılığı geldi yüzüne. "Bana yanlış davranırsan ölürüm," dedi."Kazayı unut canım ve lütfen söyle artık."
Tıpkı Şanzelize Butik'te çantanın parasını bana geri veremediği öğle vakti yaptığı gibi sessizce ağlamaya başladı. Hıçkırıkları uğradığı haksızlığa öfkelenen bir çocuğun hırçın sesine dönüştü.
"Sana âşık oldum. Sana çok fena âşık oldum!"
Sesi hem suçlayıcıydı, hem de beklenmedik ölçüde şefkatli. "Bütün
gün seni düşünüyorum. Sabahtan akşama kadar seni düşünüyorum." Ellerini yüzüne kapayıp ağladı.
İçimden gelen ilk tepkinin salakça gülümsemek olduğunu itiraf
edeyim. Ama bunu yapmadım. Hatta aşırı sevincimi gizleyip, duygulu bir ifade takınarak kaşlarımı çattım. Hayatımın en içten ve yoğun anlarından biriydi, ama halime bir yapmacıklık sinmişti.
"Ben de seni çok seviyorum."
Ama bütün içtenliğime rağmen, benim sözlerim onunkiler kadar güçlü ve sahici değildi. İlk o söylemişti, Füsun'dan sonra söylediğim için benim hakiki aşk sözlerime bir teselli, nezaket ve taklit tınısı sinmişti. Dahası, o anda ben gerçekten ona, onun bana âşık olduğundan daha da çok âşık olsaydım bile (bir ihtimal bu doğruydu da), aşkının aldığı korkutucu boyutu ilk Füsun itiraf ettiği için, oyunu o kaybetmişti. Nereden, hangi rezil tecrübelerden edinmiş olduğumu bilmek bile istemediğim içimdeki "aşk bilgesi", tecrübesiz Füsun un, benden daha içten davrandığı için "oyunu" kaybettiğini sinsice müjdeliyordu bana. Bundan, artık kıskançlık derdimin ve takıntılarımın sona ereceği sonucunu çıkarabilirdim.
Yeniden ağlamaya başlayınca, cebinden buruş buruş ve çocuksu bir mendil çıkardı. Ona sokuldum, boynunun, omuzlarının inanılmayacak kadar güzel, kadifemsi tenini okşarken, onun gibi herkesin âşık olduğu güzel bir kızın âşık oldum diye ağlaması kadar saçma bir şey olamayacağını söyledim. Gözyaşları içerisinde "Yani güzel kızlar hiç âşık olmaz mı?" dedi. "Madem her şeyi o kadar iyi biliyorsun, o zaman şunu söyle..."
"Neyi?"
"Bundan sonra ne olacak?"
Asıl konunun bu olduğunu, benim aşk ve güzellik laflarımın
kendisini oyalamayacağını, şimdi vereceğim cevabın çok önemli olduğunu gösteren bir bakışla bakıyordu.
Verecek bir cevabım yoktu. Ama bunu şimdi, yıllar sonra o anı hatırlarken düşünüyorum. O sırada bu tür soruların aramıza gireceğini hissederek bir huzursuzluğa kapıldım, için için bundan dolayı Füsun'u suçladım ve onu öpmeye başladım.
Öpüşüme istekle ve çaresizlikle katıldı. Sorusunun cevabının bu mu olduğunu sordu. "Evet, öyle," dedim. "Önce matematik çalışmayacak mıydık?" diye sordu. Cevap olarak onu öptükçe, o da beni öpüyordu. İçine düştüğümüz durumun açmazına kıyasla sarılmak, öpüşmek çok daha hakikiydi ve "şimdi"nin dayanılmaz gücüyle dopdoluydu. Elbisesini ve diğer şeylerini çıkardıkça, Füsun'un içinden âşık olduğu için dertlenen karamsar bir kız değil, aşk ve cinsel mutluluk içinde erimeye hazır, sağlıklı, hayat dolu bir kadın çıkıyordu. Böylece hayatımın en mutlu anı dediğim şeyi yaşamaya başladık.
Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığım bilmez. Bazı insanlar kimi coşkulu anlarında hayatlarının o altın anını "şimdi" yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilirler belki, ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan da güzelini, daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü özellikle gençliğinde, hiç kimse bundan sonra her şeyin daha kötü olacağını düşünerek hayatını sürdüremeyeceği gibi, insan eğer hayatının en mutlu anını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur.
Ama hayatımızın, tıpkı bir roman gibi artık son şeklini aldığını hissettiğimiz günlerde, en mutlu anımızın hangisi olduğunu benim şimdi yaptığım gibi hissedip seçebiliriz. Yaşadığımız bütün anlar içerisinde neden bu anı seçtiğimizi açıklamak da, kendi hikâyemizi bir roman gibi yeniden anlatmayı gerektirir elbette. Ama en mutlu anı işaret ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha gelmeyeceğini, bu yüzden bize acı verdiğini de biliriz. Bu acıyı dayanılabilir kılan tek şey, o altın andan kalma bir eşyaya sahip olmaktır. Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.
Uzun sevişmemizin ortalarında bir yerde, ikimiz de kendimizden geçmiş soluk soluğayken, ter içindeki omuzlarını öpüp onu arkadan hafifçe sarıp içine girdikten sonra boynunu ve sol kulağını ısırdığım sırada, yani hayatımın en mutlu anında şekline hiç dikkat etmediğim küpe, Füsun'un güzel kulağından mavi çarşafa düştü.
Medeniyetler ve müzeler konusundan biraz haberdar olan herkes, dünyaya hükmeden Batı Medeniyeti'nin bütün bilgisinin arkasında müzelerin yattığını ve bu müzeleri yapan hakiki koleksiyoncuların ilk parçalarını toplarken, çoğu zaman yaptıkları şeyin nereye varacağını hiç düşünmediklerini bilir. Bu hakiki ilk koleksiyoncular daha sonra sergilenip, sınıflanıp katalogları yapılacak (ilk kataloglar, ilk ansiklopedilerdir) büyük koleksiyonlarının ilk parçaları ellerine geçtiği zaman onları çoğunlukla hiç fark etmemişlerdir bile.
Hayatımın en mutlu anı dediğim şey bitip ayrılma vakti geldiğinde, küpenin teki ikimizin arasında, çarşafın kıvrımları içerisinde gizlenirken, Füsun gözlerini gözlerimin içine dikti.
"Artık bütün hayatım seninkine bağlı," dedi alçak sesle.
Bu hem hoşuma gitti, hem de beni korkuttu.
Ertesi gün gene hava çok ısınmıştı. Merhamet Apartmanında
buluştuğumuzda, Füsun'un gözlerinde umut kadar korku da gördüm. "Dün taktığım küpenin teki kayıp," dedi beni öptükten sonra.
"Burada canım," eledim. Sandalyenin arkalığına asılı ceketimin sağ cebine elimi attım. "Aaa, yok," dedim. Bir an bir felaketin, bir uğursuzluğun belirtisini hisseder gibi oldum, ama sabah sıcağı fark edince, başka bir ceket giydiğimi hemen hatırladım. "Öteki ceketimin cebinde kalmış."
"Lütfen yarın getir, unutma," dedi Füsun gözlerini kocaman açarak. "Benim için çok önemli."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...