Nişan günü yaklaştıkça halledilmesi gereken pek çok iş beni oyalıyor, aşk derdiyle endişelenmeye vakit bile bırakmıyordu. Kulüpte, babaları babamın arkadaşı olan çocukluk arkadaşlarıma, Hiltondaki davette verilecek şampanyayı ve diğer "Avrupa" içkilerini nasıl bulabileceğimiz konusunda akıl danıştığımı, uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Müzemi yıllar sonra gezenlere, o yıllarda yabancı içki ithalatının devletin sıkı ve kıskanç denetiminde olduğunu ve devletin ithalatçıya zaten "tahsis" edeceği dövizi olmadığı için, ülkeye yasal yolla çok az şampanya, viski ve yabancı içki girdiğini hatırlatmalıyım. Ama zengin mahallelerindeki mezecilerde, kaçak eşya satan dükkânlarda, lüks otellerin barlarında ve şehrin kaldırımlarında, ellerinde fiş dolu torbalarıyla gezinen binlerce tombalacıda, şampanya, viski ve kaçak Amerikan sigarası hiç eksik olmazdı. Benimki gibi biraz iddialı bir davet veren herkes, konuklara sunmak zorunda olduğu "Avrupa" içkiyi kendi bulup otele teslim etmek zorundaydı. Otellerin çoğu birbirleriyle arkadaş olan başbarmenleri de böyle durumlarda yardımlaşır, birbirlerine şişeler yollayarak olağanüstü büyük davetlerin sıkıntısız geçmesini sağlarlardı. Davetten sonra, gazetelerin magazin-sosyete yazarları bu konuyu da işler, içkilerin ne kadarı "hakiki yabancı", m kadarı yerli Ankara viskisi yazarlardı, dikkat etmeliydim.
Bu işlerden yorulduğum zamanlarda ise, Sibel'in bir telefonuyla Bebek'e ya da Arnavutköy sırtlarına ya da o zamanlar yeni yeni gelişmeye başlayan Etiler'de bir yerde, yeni yapılmakta olan manzaralı evlerden birine bakmaya giderdik. Daha inşaatları bitmemiş olan bu kireç ve çimento kokulu dairelerin içinde nasıl yaşayacağımızı, neresinin yatak odası, neresinin yemek odası olacağını hayal etmekten, Nişantaşı'nda bir mobilyacıda gördüğümüz uzun divanı nereye koyarsak Boğaz manzarasını en iyi göreceğimiz gibi konularda akıl yürütmekten, ben de Sibel gibi hoşlanmaya başlamıştım. Akşamları gittiğimiz davetlerde, Sibel bu evleri gördüğümüz yeni köşeleri ve manzaraları, iyi ve kötü yanlarıyla arkadaşlarımıza anlatıp hayat planlarımızı başkalarıyla tartışmaktan çok hoşlanır, bense tuhaf bir utanç ile konuyu değiştirir, Zaim ile Meltem gazozunun başarısından, futbol maçlarından, yaz için yeni açılan yerlerden söz ederdim. Füsun ile yaşadığım gizli mutluluk beni arkadaş toplantılarında daha sessiz yapmıştı, kenardan olup bitenleri seyretmekten gitgide daha çok hoşlanır olmuştum, içime yavaş yavaş bir keder çöküyordu, ama o günlerde açık seçik hissetmiyordum bunu, hikâyemin üzerinden yıllar geçtikten sonra, şimdi görebiliyorum. O günlerde en fazla "sessizleştiğimi" fark etmiştim.
"Az konuşuyorsun son günlerde," demişti bir gece yarısı Sibel, arabayla onu evine götürürken.
"Öyle mi?"
"Yarım saattir susuyoruz."
"Babamla geçenlerde öğle yemeği yemiştim ya... îçime oturdu. Artık
her şeyden ölüme hazırlanan biri gibi söz ediyor."
6 Haziran Cuma günü, yani nişandan sekiz, üniversite giriş sınavından dokuz gün önce, babam, ağabeyim, ben, Çetin'in kullandığı Chevrolet ile Beyoğlu ile Tophane arasında bir yere, Çukurcuma Hamamı'ndan biraz daha aşağıda bir eve başsağlığı ziyaretine gittik. Ölen, babamın iş hayatının ta ilk yıllarından beri yanında çalışan, Malatyalı yaşlı bir işçiydi. Şirket tarihinin bir parçası olan bu iriyarı sevimli adamı, babamın yazıhanesinde ayak işlerine baktığı yıllardan hatırlıyordum. Bir eli fabrikada bir makineye sıkışıp parçalandığı için takmaydı. Babam çok sevdiği bu çalışkan işçiyi, kazadan sonra fabrikadan yazıhaneye aldığı için tanımıştık onu. İlk yıllarda ağabeyimle beni çok korkutan takma elini, Rahmi Efendi çok güleryüzlü ve sevimli olduğu için, daha sonraki yıllarda biz çocuklar için oyuncak etmişti. Çocukluğumuzda bir dönem, babamın yazıhanesine her gidişimizde onun takma eline bir kere bakıp oynardık. Bir kere yazıhanenin boş bir odasında, Rahmi Efendi'nin seccadesini yayıp, takma elini bir kenara koyarak namaz kılışını ağabeyimle seyretmiştik.
Rahmi Efendi'nin kendi gibi sevimli, iri yarı iki oğlu vardı, ikisi de babamın elini öptüler. Pembe derili, balık etinde, yorgun ve yıpranmış karısı, babamı görür görmez gözyaşlarını başörtüsünün kenarıyla silerek ağlamaya başlamıştı. Babam, ne benim ne ağabeyimin gösterebileceği bir içtenlikle kadını teselli etti, çocuklara sarılıp ikisini de öptü ve evdeki diğer konuklarla, beklenmedik bir hızla bir ruh ve kalp birliği kurdu. Biz ise ağabeyimle kendi çapımızda bir suçluluk buhranına kaptırdık kendimizi. Ağabeyim, ders verir havada bir şeyler söylerken, ben de hatıralardan söz açtım.
Böyle durumlarda sözler değil, tavırlar, acımızın hakikiliği hatta gücü değil, çevredeki havaya uyum yeteneğimiz önemlidir. Sigaranın o kadar sevilmesi, nikotinin gücünden değil, bu boş ve anlamsız âlemde, insana anlamlı bir şey yaptığı duygusunu kolaylıkla vermesindendir, diye düşünürüm bazan. Babam, ağabeyim ve ben, rahmetlinin büyük oğlunun tuttuğu Maltepe paketinden birer tane alıp aynı delikanlının beceriyle tuttuğu kibrit aleviyle yaktık ve dünyanın en önemli işini yapar gibi, tuhaf bir şekilde üçümüz de aynı anda bacak bacak üstüne atarak içmeye başladık.Duvara, Avrupalıların duvara resim asması gibi bir kilim "asılmıştı". Maltepe'nin değişik tadından olsa gerek, hayat hakkında "derin" bir şeyler düşündüğüm yanılsamasına -sanırım-kapıldım. Hayatta, esas mesele mutluluktur. Bazıları mutludur, bazdan mutlu olamaz. Tabii çoğunluk ikisi arasında bir yerdedir. Çok mutluydum o günlerde, ama fark etmek istemiyordum. Şimdi yıllar sonra, fark etmemenin belki de mutluluğu korumanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum. Ama ben mutluluğumu, onu korumak için değil, derinden derine yaklaşmakta olan bir mutsuzluktan, Füsun'u kaybetmekten korktuğum için fark etmiyordum. Beni o günlerde hem sessizleştiren hem de hassaslaştıran bu muydu?
Küçük, yoksul ama tertemiz odadaki eşyalara bakarken (1950'lerin moda ev eşyalarından güzel bir barometre ve "Bismillah" levhası vardı duvarda) bir an Rahmi Efendi'nin karısıyla birlikte ben de ağlayacağım sandım. Televizyonun üzerinde elişi bir örtü, örtünün üzerinde de uyumakta olan bir köpek biblosu vardı. Köpek de ağlayacaktı sanki. Nedense o köpeğe bakarken kendimi iyi hissettiğimi, önce bunu sonra Füsun'u düşündüğümü hatırlıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...