Füsun'un Turgay Bey'in tutkusundan ballandırarak söz ettiği akşam, Sibel'in anne ve babasıyla yazları oturduğu Anadoluhisarındaki eski yalıda, akşam yemeğinden sonra bir ara Sibel'in yanına oturdum.
"Canım çok fazla içtin bu akşam," dedi Sibel. "Hazırlıklarda hoşuna gitmeyen bir yan mı var?"
"Nişan Hilton'da yapılacağı için aslında çok memnunum," dedim. "Bu kadar kalabalık bir nişan olmasını da en çok annem istiyordu, biliyorsun. O da memnun..."
"Nedir derdin o zaman?"
"Hiç... Şu davetliler listesini versene..."
"Annen, anneme verdi," dedi Sibel.
Yerimden kalktım, her adımda, her tahtası başka bir gıcırtıyla inleyen
köhne binayı titreten üç adım atıp, müstakbel kayınvalidemin yanına oturdum. "Efendim, şu davetliler listesine lütfen bir de ben bakabilir miyim?"
"Tabii çocuğum..."
Rakıdan şeşi beş görmeme rağmen. Turgay Bey'in adını hemen bulup annemin bıraktığı tükenmez kalemle üzerini çizip karaladım ve aynı anda içimden gelen tatlı bir dürtüye uyarak, yerine Füsun ile anne- babasının adlarını ve Kuyulu Bostan Sokak'taki adreslerini yazıp listeyi geri verdim ve alçak sesle dedim ki:
"Efendim, annem bunu bilmez, adını çizdiğim beyefendi değer verdiğimiz bir aile dostumuz olmasına rağmen, çok kısa bir süre önce ne yazık ki büyük bir iplik işinde hırsa kapıldı, bile bile bizlere çok büyük bir kötülük etti."
"Artık o eski dostluklar, o eski insanlık kalmadı Kemal Bey," dedi müstakbel kayınvalidem gözlerini bilgece kırpıştırarak. "Umarım yerine yazdığınız insanlar da onlar gibi üzmezler sizi. Kaç kişiler?"
"Anne tarafından uzak akraba bir tarih öğretmeni, yıllarca terzilik yapmış hanımı ve on sekiz yaşındaki güzel kızları."
"Aman iyi," dedi müstakbel kayınvalidem. "Davetliler arasında o kadar genç erkek var ki, onlarla dans edecek güzel genç kızlar yok diye dertleniyorduk biz de."
Dönüşte, Çetin Efendinin kullandığı babamın 56 model Chevroletsinde uyuklarken, şehrin geceleri her zaman karanlık ana caddelerinin karışıklığına, siyasal sloganlar, çatlaklar, küf ve yosun kaplı eski duvarların güzelliğine ve Şehir Hatları vapurlarının projektörlerinin iskelelere, sokak aralarına, yüz yıllık çınarların yüksek dallarına ve arabanın dikiz aynasına vuran ışıklarına dikkat ediyor, bir yandan da arka koltukta parke taşlarının sarsıntısıyla uyuyakalan babamın hafif bir horultuyla soluk alıp verişini dinliyordum.
Annem ise istediklerinin olmasından memnundu. Hep birlikte gittiğimiz bir misafirlikten sonra, arabaya geri dönerken hep yaptığı gibi, o ziyaretin anlamını ve gördüğümüz insanlar hakkındaki fikrini özetledi hemen.
"Evet, çok iyi, çok düzgün insanlar, çok doğru dürüstler, alçakgönüllülüklerine, kibarlıklarına da diyecek yok. Ama nedir o güzelim yalının içler acısı hali! Yazık. Hiç mi imkânları yok, inanmıyorum. Aman yanlış anlama oğlum, İstanbul'da Sibel'den daha hoş, daha zarif ve aklıbaşında bir kız bulabileceğine de inanmıyorum."
Annemle babamı apartmanın önünde bıraktıktan sonra biraz yürümek istedim. Çocukluğumda ağabeyim ve annemle ucuz yerli oyuncaklar, çikolatalar, toplar, tabancalar, bilyalar, oyun kâğıtları, içinden resim çıkan çikletler, resimli romanlar ve başka pek çok şey aldığımız Alaaddin'in dükkânının önünden geçeyim dedim. Dükkân açıktı. Alaaddin hemen önündeki kestane ağacının gövdesine dolayarak sergilediği gazeteleri indirmiş, iç ışıklarını söndürüyordu ki, beklemediğim bir hoşgörüyle beni içeri buyur etti ve sabah beşte yenileri gelince iade edilecek gazete paketleri arasında eşelenip bu ucuz oyuncak bebeği almama müsaade edecek kadar vakit tanıdı bana. Bu hediyeyi Füsun'a vereceğim ve ona sarılıp bütün kıskançlığımı unutacağım zamana daha on beş saat olduğunu hesaplayıp, ona telefon edemediğim için ilk defa bir acı hissettim.
Hissettiğim, tıpkı pişmanlık gibi içeriden gelen yakıcı bir şeydi. Şu anda ne yapıyordu acaba? Ayaklarım beni eve değil, tam aksi yöne götürüyordu. Kuyulu Bostan Sokak'a girince, bir zamanlar gençlik arkadaşlarımın radyo dinleyip kâğıt oynadıkları kahvenin önünden, futbol oynadığımız okul bahçesinin hemen yanından yürüdüm. İçimdeki mantıklı kişi, bütün sarhoşluğuma rağmen ölmemişti, kapıyı Füsun'un babasının açacağını ve bir rezalet çıkacağını söylüyordu. Uzaktan evlerini ve aydınlık pencerelerini görene kadar yürüdüm. İkinci katın kestane ağacına yakın pencerelerine baktıkça yüreğim hızlanıyordu.
Yıllar sonra müzemizin bu noktasında sergilensin diye sanatçıya bütün ayrıntılarıyla sipariş ettiğim bu resim, Füsunların evinde içeride yanan lambalardan turuncumsu bir renk almış pencereleri, arkadaki ayın ışığıyla dallan parıldayan kestane ağacını, bacalarla ve damlarla çizilmiş Nişantaşı göğünün arkasındaki lacivert gecenin derinliğini bir hayli iyi yansıtıyor da, benim o manzaraya bakarken hissettiğim kıskançlığı bilmem müze ziyaretçisine verebiliyor mu?
Bu manzaraya bakarken, buraya aslında Füsunu bu mehtaplı gecede bir kere görebilmek, öpebilmek, onunla konuşabilmek kadar bu akşam bir başkasıyla beraber olmadığından emin olmak için de geldiğimi, sarhoş aklım şimdi bana dürüstçe söylüyordu. Çünkü artık bir kere "sonuna kadar" gittiğine göre, o gün bana tek tek saydığı hayranlarından biriyle sevişmenin nasıl olacağını da merak edebilirdi. Füsun'un, sevişmenin zevklerine, yeni ve harikulade bir oyuncak edinmiş bir çocuk gibi içten bir heyecanla bağlı olması, sevişirken pek az kadında rastladığım, kendini yaptığı şeye bütünüyle verebilme yeteneği, içimde gittikçe büyüyen bir kıskançlık nedeni olmuştu. Pencerelerine ne kadar baktım hatırlamıyorum. Çok sonra elimde hediye bebek eve dönüp yattım.
Gece yaptıklarımı, yüreğimden atamadığım kıskançlığın boyutlarını, sabah işe giderken tek tek düşündüm. Yoğun bir aşka kapılmam, o sıralar korkunç olurdu. Meltem gazozu içen manken İnge, bir apartmanın yan cephesinden bana çapkınca bakıp dikkat etmemi söyledi. Tutkum ciddi boyutlara varmasın diye sırrımı Zaim, Mehmet, Hilmi gibi arkadaşlara alaycılıkla açmayı düşündüm. Ama zaten Sibel'i çok beğendiklerini, benim çok talihli olduğumu düşündüklerini hissettiğim bu en yakın arkadaşlarımın, bir de çekici bulduklarını bildiğim Füsun'la yaşadıklarımı kıskanmadan dinleyip bana yardım edebileceklerini hiç sanmıyordum. Üstelik konuyu açar açmaz duyduklarımın şiddetini gizleyemeyeceğimi seziyordum. Bir süre sonra alaycılığı bırakıp Füsunun içtenlik ve sahiciliğine yakışır bir dürüstlükle konuşmak isteyecek, arkadaşlarını da Füsuna fena halde abayı yakmış olduğumu anlayacaklardı. Böylece, küçüklüğümde annem ve ağabeyimle Tünelden eve dönerken bindiğimiz tangır tungur Maçka ve Levent otobüsleri yazıhane penceremin önünden geçerken, ben Füsun'a duyduğum heyecanın, yapmak istediğim mutlu evliliği zedelememesi için şu anda yapabilecek çok fazla bir şeyim olmadığını anladım. Her şeyi kendi haline bırakmanın, hayatın bana cömertçe sunduğu zevk ve mutlulukların tadını telaşlanmadan çıkarmanın en iyi şey olduğu sonucuna vardım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...