Altı yıl önceki bu bayram gezintisini, ertesi gün öğleden sonra Füsun ile yeniden buluştuğumuzda bir kere daha hatırladık. Sonra her şeyi unutup uzun uzun öpüştük ve seviştik. Tüllerin ve perdelerin arasından esen ıhlamur kokulu bahar rüzgârı bal rengi tenini ürpertirken, gözlerini kapayışı ve bana denizde bütün gücüyle can yeleğine sarılan biri gibi sarılışı beni serseme çeviriyor, yaşadığım şeyin daha derin anlamını görüp düşünemiyordum. Suçluluk duygularına, şüpheye, bir aşkı besleyip büyütecek o tehlikeli bölgelere daha fazla batmamak için erkeklerin arasına girmem gerektiğini anladım.
Füsun ile üç kere daha buluştuktan sonra, Cumartesi sabahı ağabeyim telefon edip, büyük ihtimalle Fenerbahçe'nin öğleden sonra şampiyonluğunu ilan edeceğini söylediği Giresunspor maçına beni çağırınca gittim. Çocukluğumun Dolmabahçe Stadyumu nda yirmi yılda adının İnönü'ye çevrilmesinden başka pek bir değişiklik olmadığını görmek hoşuma gitti. Diğer tek değişiklik, Avrupa'daki gibi oyun alanım çimlendirmeyi denemeleriydi. Ama çim ancak köşelerde tuttuğu için futbol sahası, şakaklarında ve ensesinde azıcık saç kalmış olan kel bir adama benzemişti. Numaralı tribünün paralı seyircileri, yirmi yıl önce 1950'lerin ortasında yaptıkları gibi, kan ter içindeki futbolcular, özellikle ünsüz savunma oyuncuları kenar çizgilerine yaklaştığı zaman, onları gladyatörleri tribünlerden azarlayan Romalı efendiler gibi aşağılayıp küfür ediyor (Koşun lan kansız ibneler), açık tribünlerin işsizler, yoksullar ve öğrencilerden oluşan azgın seyircileri ise, benzer küfürleri öfkelerini ve seslerini duyurabilmenin zevki ve umuduyla hep birlikte ve makamla söylüyorlardı. Ertesi günkü gazetelerin spor sayfalarından da anlaşılacağı gibi, maç kolay bir maçtı ve Fenerbahçe gol attıkça ben de herkesle birlikte ayağa kalkıp bağırırken buluyordum kendimi. Bu bayram ve birlik beraberlik havasında, hem sahada hem de tribünlerde durmadan birbirlerini öperek tebrik eden erkek kalabalığında, içimdeki suçluluk duygusunu gizleyen, korkularımı gurura çeviren bir şey vardı. Ama oyunun sessizlik anlarında, futbolcuların topa vuruşunu otuz bin kişi aynı anda işitirken, ben başımı eski açık tribünlerin arkasından gözüken Boğaz'a, Dolmabahçe Sarayı'nın önünden geçen bir Sovyet gemisine çeviriyor ve Füsun'u düşünüyordum. Öyle çok fazla tanımadığı halde beni seçip, bana kendini kararlılıkla vermesi içime işlemişti. Boyunun uzunluğu, göbeğinin kendine özgü çukuru, gözlerinde kimi zaman aynı anda beliren şüphe ve içtenlik, yatakta yatarken bana bakışındaki hüzünlü dürüstlük ve öpüşmelerimiz gözümün önünden gitmiyordu hiç.
"Nişanlanmak seni düşündürüyor galiba," dedi ağabeyim. "Evet."
"Çok âşık mısın ona?"
"Tabii." Yan şefkatli, yan çokbilmiş bir gülümsemeyle, ağabeyim bakışlarını orta sahada dönüp duran topa çevirdi, iki yıl önce içmeyi alışkanlık edindiği ve orijinallik sandığı Marmara marka yerli purolardan biri vardı elinde ve maç boyunca Kızkulesi tarafından esen ve takımların iri bayraklarıyla kırmızı korner bayrakçıklarını tatlı tatlı dalgalandıran hafif bir rüzgâr, puronun dumanını, tıpkı bir zamanlar babamın sigarasına yaptığı gibi gözlerimin içine öyle bir ısrarla sokuyordu ki, çocukluğumdaki gibi acıdan gözlerim yaşarıyordu.
"Evlilik sana iyi gelecek," dedi ağabeyim gözlerini toptan ayırmadan. "Hemen çocuk yaparsınız. Arayı açma, bizimkilerle arkadaş olurlar. Sibel esaslı kadın, ayağı yere basıyor. Senin aklı bir karış havada, uçarı yanını dengeler. Umarım Sibel'i de öbür kızlar gibi bezdirmezsin. Ulan hakem, bu faul be!"
Fenerbahçe ikinci golü de atınca, hep birlikte ayağa kalkıp "Gool," diye bağırdık ve birbirimize sarılıp öpüştük. Maç bittikten sonra, babamın askerlik arkadaşı Kova Kadri ve birkaç futbol meraklısı işadamı, avukat da bize katıldı. Bağıra çağıra yokuşu çıkan futbol kalabalığıyla yürüyerek Divan Oteli'ne gittik ve futboldan, siyasetten konuşarak rakı içtik. Ben, Füsun'u düşünüyordum.
"Daldın gittin Kemal," dedi Kadri Bey bana. "Sen ağabeyin gibi futbolu sevmiyorsun galiba."
"Seviyorum aslında, ama son yıllarda..."
"Kemal futbolu çok sever Kadri Bey, ama iyi pas atmazlar," dedi ağabeyim alaycılıkla.
"Aslında 1959'un Fenerbahçe kadrosunu ezbere sayabilirim," dedim. "Özcan, Nedim, Basri, Akgün, Naci, Avni, Mikro Mustafa, Can, Yüksel, Lefter, Ergün."
"Seracettin de oynardı o takımda..." dedi Kova Kadri. "Onu unuttun." "Hayır, o takımda oynamazdı."
Konu uzadı ve böyle durumlarda hep olduğu gibi iddiaya bindi. Seracettin 1959'un Fenerbahçe kadrosunda var mıydı yok muydu diye, Kova Kadri ile iddiaya girdik. Kaybeden Divanda rakı içen kalabalığa yemek ısmarlayacaktı.
Dönüşte Nişantaşı'nda yürürken, diğer erkeklerden ayrıldım. Merhamet Apartmanındaki dairede, bir zamanlar çikletlerden çıkan futbolcu resimlerini biriktirip sakladığım bir kutu vardı. Annem, eski oyuncaklarımızla birlikte her şeyi oraya yollardı. O kutuyu, çocukluğumda ağabeyimle biriktirdiğimiz futbolcu ve artist resimlerini bulursam, iddiayı kazanacağımı biliyordum.
Ama daireye girer girmez, aslında oraya Füsun ile geçirdiğim saatleri hatırlamak için geldiğimi anladım. Füsun ile seviştiğimiz dağınık yatağa, yatağın başucundaki dolu küllüğe, çay bardaklarına bir an baktım. Annemin odaya yığdığı eski eşyalar, kutular, durmuş saatler, kap kaçak, yeri kaplayan muşamba, toz pas kokusu, odadaki gölgelerle hayalimde şimdiden birleşmiş, ruhumun bir yerinde cennetten çıkma mutlu bir köşe yapmıştı. Hava artık iyice kararıyordu, ama hâlâ dışarıdan futbol oynayan çocukların bağırışıp küfürleşmeleri geliyordu.
Zambo çikletlerinden çıkan artist resimlerini sakladığım teneke kutuyu, o gün 1975'in Mayıs ayının onuncu günü Merhamet Apartmanındaki dairede bulmuştum, ama boştu. Müzegezerin göreceği artist resimlerini yıllar sonra, İstanbul'un tıkış tıkış odalarda üşüyen mutsuz koleksiyoncularıyla ahbaplık ettiğim günlerde, Hıfzı Beyden aldım. Dahası, yıllar sonra, koleksiyona bir bakınca, dizideki Ekrem Güçlü (Hazreti İbrahim'i oynayan) gibi bazı erkek oyuncularla sonraki yıllarda sinemacıların gittiği barlarda arkadaşlık ettiğimizi de çıkardım. Hikâyem, tıpkı sergilediğim bu eşyalar gibi bütün bu noktalardan geçecek. Daha o günden ben, eski eşyaların ve Füsun ile öpüşmelerimizin mutluluğuyla kıpır kıpır varlığım hissettiğim o sihirli odanın, hayatında çok önemli bir yer tutacağını anlamıştım.
Hikâyemin geçtiği yıllarda, dünyanın çoğunluğu gibi ben de, dudaktan öpüşen iki kişiyi hayatımda ilk defa sinemada görmüş ve sarsılmıştım. Bu, bütün hayatım boyunca güzel bir kızla hep yapmak isteyeceğim ve çok da merak ettiğim bir şeydi. Amerika'daki bir-iki rastlantı dışında, aslında otuz yıllık hayatımda dudaktan öpüşen bir çifti sinemadan başka bir yerde de hiç görmemiştim. Sinemalar yalnız çocukluğumda değil, o yıllarda bile bana öpüşen başkalarını seyretmek için gittiğimiz yerlermiş gibi gelirdi. Hikâye, öpüşmek için bahaneydi. Füsunun da, benimle öpüşürken filmlerde gördüğü öpüşmeleri taklit ettiğini hissederdim.
Şimdi Füsun ile öpüşmelerimiz hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Hem hikâyemin cinsellik ve arzu ile ilgili ciddi yanını olduğu gibi hissettirmek, hem de onu hafiflik ve bayağılıktan korumak gibi bir endişem var: Füsun'un ağzının pudra şekeri tadının, çiğnediği Zambo marka çikletten geldiğini zannediyordum. Artık Füsun ile öpüşmek, ilk buluşmalarımızdaki gibi yalnızca birbirimizi sınamak, karşılıklı duyduğumuz çekimi ifade etmek için yaptığımız kışkırtıcı bir hareket değil, kendi zevkimiz için yaptığımız ve yaptıkça da, ne olduğunu ikimizin de hayretle keşfettiği bir şeydi. Islak ağızlarımız, birbirini cesaretlendiren dillerimiz kadar her uzun öpüşte hatıraların da işe karıştığını, tadını çıkara çıkara uzun uzun öpüştükçe, ikimiz de ilk defa fark ediyorduk. Böylece öpüşürken önce onu öpüyordum, sonra hatıralarımdaki onu öpüyordum, sonra bir an gözümü açıyor ve gözümü kapayıp az önce gördüğüm onu ve hatıralarımdaki onu öpüyordum, ama bir süre sonra bu hatıralara ona benzeyen birileri de karışıyor ve onları da öpüyordum ve sonra da bütün bu kalabalıkla aynı anda öpüştüğüm için kendimi daha erkek buluyordum ve bu sefer onu öperken başka biri olarak öpüyordum ve çocuksu ağzının, geniş dudaklarının ve istekli, oyuncu dilinin ağzımın içindeki hareketlerinden aldığım haz, akıl karışıklığı ve pek çok yeni fikir ("Bu bir çocuk," dedi bir fikir, "Evet çok kadın bir çocuk," dedi başka bir fikir), onu öperken olduğum bütün kişilerle ve o beni öperken hatrralarımda canlanan bütün Füsunlarla karışarak gitgide büyüyordu. Bu ilk ve uzun öpüşmelerden, aramızda yavaş yavaş gelişecek olan sevişme tören ve ayrıntılarından, yeni bir bilginin ve benim için de yeni olan bir mutluluk çeşidinin ilk ipuçlarını ve bu dünyada pek seyrek kavuşulan bir cennetin kapısının aralanışını seziyordum. Öpüşmemizle birlikte, sanki önümüzde yalnızca tensel bir zevkin ve gittikçe artan cinsel bir arzunun kapıları değil, bizi yaşamakta olduğumuz bahar öğleden sonrasının dışına çeken büyük, geniş, kocaman bir Zaman da açılıyordu.
Ona âşık olabilir miydim? Derin bir mutluluk hissediyor ve endişeleniyordum. Bu mutluluğu ciddiye almanın tehlikeleriyle hafife almanın bayağılığı arasında ruhumun sıkışabileceğim, kafamın karışıklığından çıkarıyordum. O akşam, Osman, karısı Berrin ve çocukları, annemle babamı görmeye, bize akşam yemeğine geldi. Yemekte Füsunu, öpüşmelerimizi aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum.
Ertesi gün, öğle vakti tek başıma sinemaya gittim. Aklımda film seyretmek hiç yoktu, ama öğle tatilinde her zamanki gibi Satsat'm yaşlı muhasebecileri ve çocukluğumda ne şeker olduğumu bana hatırlatmaktan hoşlanan şefkatli ve şişman sekreterleriyle birlikte Pangaltı daki esnaf lokantasında yemek yiyemeyeceğimi hissediyor, yalnız kalmak istiyordum. Aralarında hem arkadaş hem de "alçakgönüllü müdür" rolünü oynamaya çalıştığım memurlarımla gürültüyle şakalaşarak yemek yerken, Füsun'u, öpüşmelerimizi düşünmek, saatin bir an önce iki olmasını beklemek bana ağır gelecekti.
Osmanbey'de Cumhuriyet Caddesinde vitrinlere bakarak dalgın dalgın yürürken Hitchcock haftası ilanına kanıp girdiğim filmde de, Grace Kelly'nin bir öpüşme sahnesi vardı. Beş dakika arada içtiğim sigara, öğle matinesine gelen ev kadınlarıyla okulu asan tembel öğrencileri hatırlatsın diye yıllar sonra bulup müzeme koyduğum buzlu "Alaska Frigo", yer göstericinin el feneri, bütün bunlar ergenlik yıllarımdaki yalnızlık ihtiyacımı ve öpüşme isteğini sinemada hatırladığıma işaret olsun. Bahar sıcağında sinemanın serinliğinden, küf kokan ağır havasından, hevesli bir-iki sinemaseverin fısıltısından, kaim kadife perdelerin kenarlarındaki gölgelere ve karanlık köşelere bakıp hayallere dalmaktan hoşlanıyor, az sonra Füsun'u göreceğimin bilinci, kafamın bir köşesinden bütün ruhuma bir mutluluk olarak yayılıyordu. Sinemadan çıktıktan sonra Osmanbey'in çarpık çurpuk ara sokaklarından, manifaturacılar, kahvehaneler, nalburlar, gömlek ütüleyen kolacılar arasından Teşvikiye Caddesi'ne, buluşma yerimize doğru yürürken, bunun son buluşmamız olması gerektiğini düşündüğümü hatırlıyorum.
Önce ona ciddiyetle matematik öğretmeye çalışıyordum. Saçlarının kâğıda dökülüşü, elinin masanın üzerinde kıpır kıpır gezinişi, uzun uzun dişlediği kurşun kaleminin ucundaki silginin bir meme ucu gibi dudaklarının pembesi arasına girişi, arada bir çıplak kolunun benim çıplak koluma değişi aklımı başımdan alıyor, ama kendimi tutuyordum. Bir denklemi çözmeye başlayınca, Füsun'un yüzüne mağrur bir ifade geliyor; aceleyle ağzındaki dumanı dümdüz önüne doğru (bazan benim yüzüme) üflüyor ve zaferi ne kadar çabuk elde ettiğinin farkında mıyım diye bana göz ucuyla bakışlar atarken, bir toplama hatası yapıp bir çuval inciri berbat ediyordu. Bulduğu cevabın a, b, c, d ve e şıklarından hiçbirine uymadığını görünce önce kederleniyor, sonra telaşlanıyor, "Akılsızlıktan değil, dikkatsizlikten!" diyerek mazeretler buluyordu. Bir daha yapmasın diye, dikkatin de zekânın bir parçası olduğunu ona ukalaca söylüyor; yeni bir problemin üzerinden aç bir serçenin aceleci gagası gibi sıçraya sıçraya ilerleyen kurşun kaleminin akıllı ucunu seyrediyor; bir eşitliği, saçlarını çekiştirerek sessizce ve hünerle basitleştirmesinden etkileniyor; içimde aynı sabırsızlığın ve huzursuzluğun yükselişini endişeyle izliyordum. Derken öpüşmeye başlıyor, uzun uzun öpüşüyor, sonra da sevişiyorduk. Sevişirken bekâret, utanç, suçluluk gibi şeylerin ağırlığını hissediyor, bunu birbirimizin hareketlerinde fark ediyorduk. Ama, Füsunun cinsellikten zevk aldığını ve yıllardır merak ettiği zevkleri sonunda keşfetmenin heyecanıyla büyülendiğini de gözlerinde görüyordum. Yıllardır efsanelerini dinleyip düşlerini kurduğu bir uzak kıtaya, dalgalı okyanusları aşarak, acılar çekip kan kaybederek en sonunda ulaşan maceraperest bir yolcu, bu yeni âleme varır varmaz nasıl her ağacı, her taşı, her pınarı bir hayranlık ve büyülenmeyle karşılar, her çiçeği, her meyveyi ilk heyecanla ama gene de dikkatle tutup nasıl ağzına alıp tadarsa, Füsun da her şeyi aynı merak ve başdönmesiyle ağır ağır keşfediyordu.
Bir erkeğin en belirgin cinsel haz aletini bir yana bırakırsak, Füsun'un aslında en çok ilgi duyduğu şey, ne benim gövdem ne de genel olarak "erkek vücudu"ydu. Asıl merak ve heyecanı kendisine, kendi gövdesine ve nazlarına yönelikti. Benim gövdem, kollarım, parmaklarım, ağzım, onun kadife teninin üzerindeki ve içindeki zevk noktalarını ve imkânlarını ortaya çıkarmak için gerekliydi. Kimisini hiç tanımadığı için zaman zaman benim yol göstermem gereken bu yeni tadın imkânları gövdesinin içinde ortaya çıktıkça, Füsun bir şaşkınlık geçiriyor; gözlen hoş bir dalgınlıkla içe dönerken; kendi içinden çıkan yeni hazzın dalgalanışını, zevkin damarlarında, ensesinde, kafasının içinde gittikçe büyüyen bir ürperme gibi kendi kendine ilerleyişini hayretle ve bazan da bir çığlık atarak mutlulukla izliyor, sonra benden yeniden yardım bekliyordu. "Bunu bir daha yap lütfen, bir daha öyle yap!" diye fısıldadı birkaç kere.
Çok mutluydum. Ama bu, aklımın ölçerek anladığı bir mutluluk değil, tenimin yaşayarak tanıdığı ve daha sonra sıradan hayatın içinde, bir telefon açarken ensemde, acele acele merdivenleri çıkarken kuyruk sokumumda ya da dört hafta sonra nişanlanmayı kurduğum Sibel ile Taksim'de bir lokantada yemek seçerken göğsümün ucunda hissederek hatırladığım bir şeydi.
Bütün gün tenimde bir koku gibi taşıdığım bu duyguyu, bana Füsun'un verdiğini de bazan unutur; birkaç kere olduğu gibi yazıhanede kimseciklerin olmadığı bir saatte, Sibel'le alelacele sevişirken de, sanki aynı büyük, tek, yekpare mutluluğu yaşıyor gibi hissederdim kendimi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...