28. EŞYALARIN TESELLÎSÎ

16 1 0
                                    

Kırk beş dakika sonra Füsun hâlâ gelmemiş, ben de ölü gibi yatağa uzanmış, karnımdan bütün gövdeme yayılan acıyı, ölmekte olan bir hayvanın kendi gövdesini dinlediği dikkat ve çaresizlikle dinliyordum. Acı o güne kadar hiç hissetmediğim bir derinliğe ve sertliğe ulaşmış, bütün gövdemi ele geçirmişti. Yataktan kalkmam, başka şeylerle oyalanmam, bu durumdan, en azından bu odadan ve Füsun'un kokusuyla dolu bu çarşaflardan ve yastıktan kaçmam gerektiğini hissediyordum, ama hiç halim yoktu.
Piknik kalabalığı arasında olmadığım için şimdi çok pişmandım. Bir haftadır sevişmediğimiz için Sibel bendeki tuhaflığın farkındaydı biraz, ama derdimin nedenini çıkaramıyor, tam soramıyordu da. Oysa Sibel'in anlayış ve şefkatine ihtiyacım vardı, nişanlımın beni oyalayabileceğini hayal ediyordum. Ama değil arabaya binip geri dönmek, yerimden kıpırdayacak gücüm bile yoktu. Midemden, sırtımdan, ta bacaklarımdan çeşitli yönlerde nefesimi kesen bir güçle hareket eden acımdan kaçacak, onu hafifletecek bir şey yapacak gücüm kalmamıştı. Bunu fark etmek içimdeki yenilgi duygusunu da artırıyor, bu da aşk acısı kadar sert ve içe dönük bir pişmanlık acısını harekete geçiriyordu. Tuhaf bir içgüdüyle, ancak bu acının içine (tıpkı kendi içine dönen bir çiçek gibi) döner, kalbimi yırtar gibi beni zorlayan acımı bütün yoğunluğuyla yaşarsam, Füsuna yaklaşabileceğimi hissediyordum. Bunun bir yanılsama olabileceğini aklımın bir yanıyla düşünebiliyor, ama ona inanmaktan da kendimi alıkoyamıyordum. (Zaten şimdi evden ayrılırsam, gelip beni bulamayabilirdi.)
Acımın içine iyice girdiğimde, yani küçük asit bombaları kanımın ve kemiklerimin içinde sanki havai fişekler gibi patlarken, bir yığın hatıranın her biri, önce beni kısa bir süreliğine, bazan on-on beş, bazan bir-iki saniye oyalıyor; sonra da arkasında daha yoğun bir acı bırakarak şimdiki zamanın boşluğuna bırakıyor; bu boşluğu da, şaşırtıcı derecede güçlü yeni bir acı dalgası sırtımı, göğsümü acıtarak, bacaklarımın gücünü keserek dolduruyordu. Bu yeni dalganın acısından kurtulmak için ortak hatıralarımızla, onların havasıyla dolu bir eşyayı içgüdüyle elime alıyor ya da ağzıma sokup tadıyor ve bunun acıma iyi geldiğini keşfediyordum. Mesela o zamanlar Nişantaşı pastanelerinde çok yapılan ve Füsun çok sevdiği için buluşmalarımıza getirip ona ikram ettiğim cevizli, kuş üzümlü ayçöreğini ağzıma almak, aklıma çöreği birlikte yerken gülüşerek konuştuğumuz şeyleri (Merhamet Apartmanının kapıcısının kansı Hanife Hanımın Füsun'u hâlâ üst kattaki dişçiye gelen hasta sanısını) getiriyor, bu da beni neşelendiriyordu. Annemin dolaplarından birinde bulduğu eski bir el aynasını mikrofon gibi eline alıp ünlü şarkıcı (ve sunucu) Hakan Serinkan'm pozlarını taklit ederek oynayışını; çocukluğunda, terzi annesiyle bize geldiğinde, annemin oynasın diye verdiği benim oyuncağım Ankara Ekspresi treniyle çocuk gibi oynayışını; çocukluğumun bir başka oyuncağı uzay tabancasıyla birlikte oynarken her tetikleme-den sonra tabancanın dağınık odanın bir köşesinde kaybolan pervanesini gülüşerek arayışımızı, bu eşyalar tek tek elime gelince hatırlıyor ve teselli oluyordum. Bütün mutluluğumuza rağmen arada bir içimizi kasvetle karartan hüzün bulutlarının getirdiği sessizliklerin birinde. Füsunun eline burada sergilediğim şekerliği alıp birden bana dönerek "Sibel Hanımdan önce beni tanımış olmak ister miydin?" diye soruşunu hatırlıyordum. Bu hatıraların her birinin tesellisi geçince, arkalarından gelen sarsıcı acıya ayakta dayanamayacağımı artık bildiğim kin. hayal kurdukça yataktan çıkamıyor; yatakta yattıkça da, çevremdeki her şey bana hayal kurduruyor ve hatıralarımızı bir bir geri getiriyordu.
İlk Sevişmelerimiz sırasında saatini dikkatle üzerine koyduğu sehpa yanı basımdaydı. Üzerindeki küllükte Füsunun bastırıp söndürdüğü bir sigara izmariti olduğunun bir haftadır farkın-davdım. Bir ara onu elime aldım, küllü yanık kokusunu kokladım, dudaklarınım arasına koydum, yakıp içecektim (ve belki bir an aşkla o olduğumu düşünecektim), ama sigaranın biteceğini düşünerek vazgeçtim. İzmaritin onun dudaklarına değmiş ucunu, tıpkı bir yaraya dikkatle pansuman yapan şefkatli bir hemşire gibi, yanaklarıma, gözlerimin altına, alnıma, boynuma hatif hafif dokundurdum. Gözümün önünde mutluluk vaat eden uzak kıtalar, cennetten çıkma sahneler, annemin çocukken bana gösterdiği şefkatten kalma hatıralar, Teşvikiye Camiine Fatma Hanın ın kucağında gidişim canlandı. Ama hemen sonra, acı kabaran fırtınalı bir deniz gibi beni yeniden içine aldı.
Saat beşe doğru yatakta hâlâ yatarken, babaannemin, dedemin ölümünden sonra, acıya dayanabilmek için yalnız yatağım değil, odasını da değiştirdiğini hatırladım. Bu yataktan, odadan ve çok özel bir eskimiştik ve mutlu aşk kokusuyla kokan ve her biri kendi kendine çıtırdayan eşyalardan kurtulmam gerektiğini bütün irademi kullanarak düşündüm. Ama tam tersini yapmak, eşyalara sarılmak geliyordu içimden. Ya eşyaların teselli edici gücünü keşfediyordum ya da babaannemden çok daha zayıftım. Arka bahçede futbol oynayan çocukların neşeli bağırışları ve küfürleri, beni hava kararana kadar yatağa bağladı. Ancak akşam eve dönüp üç kadeh rakı içtikten sonra Sibel telefon edip sorunca, parmağımdaki yaranın çoktan kapandığını fark ettim. Böylece Temmuz ortasına kadar her gün saat ikide Merhamet Apartmanı'ndaki daireye gittim. Füsunun gelmeyeceğine ikna olduktan sonra çektiğim acının gün geçtikçe azalmasına bakarak, bazan onun yokluğuna kendimi yavaş yavaş alıştırdığımı zannederdim, ama hiç mi hiç doğru değildi bu. Yalnızca eşyaların verdiği mutlulukla oyalanıyordum. Nişandan sonraki ilk haftanın sonunda aklımın kimi zaman büyüyen, kimi zaman küçülen önemli bir parçası, sürekli olarak ona takılmıştı ve bir matematikçi gibi söylersem, toplam acı zaten hiç azalmıyor, umutlarımın tam tersine, hâlâ artıyordu. Daireye sanki alışkanlığımı ve onu görme umudumu kaybetmemek için gidiyordum.
Dairede geçirdiğim iki saatin çoğunda, yatağımızda yatıp hayaller kurar, elime geçirdiğim ve mutluluk anılarımızla pırıl pırıl ışıldayan hayaletimsi bir eşyayı, mesela bu ceviz kıracağını, Füsun'un pek çok kere çalıştırıp harekete geçirmek için uğraştığı, elinin kokusunu taşıyan balerinli bu eski saati yüzüme, alnıma, boynuma dayayıp acımı dindirmeye çalışır, iki saat sonra -yani bir zamanlar kadife yumuşaklığındaki sevişme sonrası uykudan uyandığımız saatte- hüzünden ve acıdan yorgun, her zamanki hayatıma dönmeye çalışırdım.
Hayatımdaki ışıltı kaçmıştı artık. Hâlâ sevişemediğim Sibel, (Satsat'takiler yazıhanede seviştiğimizi biliyormuş gibi bir bahane bulmuştum) adsız hastalığımı, bir çeşit evlilik öncesi erkek telaşı, daha doktorlarca teşhisi konulamamış özel bir hüzün cinsi gibi görüyor, bu hastalığı bende hayranlık uyandıran bir ağırbaşlılıkla kabul ediyor, hatla beni bu dertten çekip çıkaramadığı için kendini gizli gizli suçlayarak bana çok iyi davranıyordu. Ben de ona çok iyi davranıyor, onunla şimdiye kadar hiç gitmediğimiz lokantalara, girginlikle tanıştığım yeni arkadaşlarla gidiyor, 1975 yazında İstanbul burjuvalarının mutlu ve zengin olduklarını birbirlerine gösterebilmek için gittikleri Boğaz lokantalarına, kulüplere devam ediyor, davetlerde geziyor, Mehmet ile Zaim arasında bir türlü karar veremeyen Nurcihan'ın mutluluğuna Sibel ile birlikte, ama saygıyla gülüyordum. Mutluluk, benim için artık doğuştan Allah'ın bana bağışladığı ve bir hak gibi, mesele etmeden benimsediğim bir şey olmaktan çıkmış; talihli, akıllı ve dikkatli insanların çalışarak elde edip koruyabildikleri bir nimete dönüşmüştü. Bir gece kapısında korumaların beklediği yeni açılan Mehtap'ın Boğaz'a uzanan küçük iskelesinin yanındaki barda, tek başıma (Sibel ve ötekiler masada gülüşüyorlardı) Gazel'in kırmızı şarabını içerken Turgay Bey ile göz göze gelince, yüreğim Füsun'u görmüş gibi hızlandı, içim sersemletici bir kıskançlık öfkesiyle doldu.

ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin