Füsun geç geldi. Bu beni huzursuz etmişti, ama o çok daha huzursuzdu. Özür diler gibi değil, suçlar gibi arkadaşı Ceyda'ya rastladığını söyledi. Üzerine onun parfümü sinmişti. Ceyda ile güzellik yarışmasında tanışmışlardı. Onun da hakkı yenmiş, üçüncü olmuştu. Ama şimdi Ceyda çok mutluydu, çünkü Sedircilerin oğluyla çıkıyordu ve çocuk ciddiydi, evlenmeyi düşünüyorlardı. "Ne güzel değil mi?" dedi Füsun, gözlerimin içine sarsıcı bir içtenlikle bakarak.
Başımla onaylıyordum ki, bir sorun olduğunu söyledi. Sedircilerin oğlu, çok "ciddi" olduğu için Ceyda'nın modellik yapmasını istemiyordu.
"Mesela, şimdi yaz için salıncak reklamları yapılıyor. Sevgilisi çok sert ve muhafazakâr. Tenteli iki kişilik yazlık salıncakların reklamına değil mini etekle, kapalı elbiselerle bile çıkmasına izin vermiyor. Oysa Ceyda mankenlik kursuna gitti. Gazetelerde fotoğrafları da çıkıyor. Tente şirketi Türk mankene razı, ama çocuk istemiyor."
"Söyle ona, bu herif yakında onu iyice kapatır."
"Ceyda evlenip evinin kadını olmaya çoktan hazır," dedi Füsun, konuyu hiç anlamayışıma şaşıp sinirlenerek. "Adam ya ciddi değilse diye huzursuz oluyor. Buluşup bunları konuşacağız. Bir erkeğin ciddi olduğu sence nereden anlaşılır?"
"Bilmiyorum."
"Sen böyle erkeklerin nasıl olduğunu bilirsin..."
"Ben taşralı muhafazakâr zenginleri tanımam," dedim. "Hadi
ödevine bakalım."
"Ödevlerin hiçbirini yapmadım, tamam mı?" dedi. "Sen benim
küpemi buldun mu?"
ilk tepkim, ehliyeti olmadığını çok iyi bildiği halde, polis çe-
virmesinde ceplerini, torpido gözünü, çantasını aramaya başlayan kurnaz sarhoşlarınki gibi olacaktı az daha. Ama kendimi toparladım. "Hayır canım, küpeni bulamadım evde," dedim. "Ama çıkar bir yerden, merak etme." "Yeler, ben gidiyorum ve bir daha gelmiyorum!"
Çantasını, eşyalarını ararken yüzünde beliren kederden, elini kolunu nereye koyacağını bilememesinden kararlı olduğunu anladım. Kapının önünde dikildim ve gitmemesi için yalvardım. Bir bar fedaisi gibi kapıyı tutmuş, durmadan konuşuyor ve ona ne kadar âşık olduğumu anlatan (ve hepsi doğru olan) sözlerimin onu yavaş yavaş yumuşattığını, dudağının kenarındaki memnuniyet gülümsemesinin derinleşmesinden ve saklamaya çalıştığı bir şefkatle kaşlarını hafifçe yukarıya kaldırmasından anlıyordum.
"Peki, gitmem," dedi. "Ama iki şartım var. Önce bana hayatta en çok sevdiğin kişi kim, onu söyle..."
Bir an kafamın karıştığını, ne Sibel ne de Füsun diyebileceğimi hemen anladı. "Bir erkek söyle..." dedi.
"Babam."
"Güzel. Birinci şartım şu. Bir daha bana asla yalan söylemeyeceğine babanın başı üzerine yemin et." "Ediyorum."
"Öyle değil. Cümleyi tam söyle."
"Bir daha sana yalan söylemeyeceğim, babamın başı üzerine yemin ederim."
"Gözünü bile kırpmadan söyledin." "İkinci
şartın ne?"
Ama bu şartı söylemeden önce öpüştük ve mutlulukla sevişmeye
başladık. Bütün gücümüzle sevişirken, aşk sarhoşluğuyla sanki hayalî bir ülkeye vardığımızı ikimiz de karşılıklı hissediyorduk. Bize sanki yeni bir gezegene vardığımız duygusu veren bu yerin benim hayalimdeki görünüşü, tuhaf gezegen yüzeylerine, kayalık, ıssız, romantik ada manzaralarına, Ay'ın yüzeyinden çekilmiş fotoğraflara benziyordu. Tuhaf ve başka bir ülkeye gitmiş gibi hissettiğimizi bir kere daha konuşurken, Füsun, gözlerinin önünde ağaçları sık, yarı karanlık bir bahçenin, o bahçeye ve arkadaki denize bakan bir pencerenin ve rüzgârda ayçiçeklerinin dalgalandığı sapsarı bir yamacın canlandığını söyledi. Bu manzaralar, sevişme sırasında (yani tam o sırada yaptığımız gibi) birbirimize en yakın olduğumuz anlarda, mesela Füsunun göğsünün büyük bir kısmı ve dipdiri ucu ağzımın içini doldururken ya da Füsun burnunu boynumla omzumun birleştiği yere gömüp bütün gücüyle bana sarılırken, gözlerimizin önünde canlanıyordu. Aramızdaki sarsıcı yakınlığın bize şimdiye kadar hiç tanımadığımız bir şey hissettirdiğini, birbirimizin gözlerinin içinden de okuyorduk.
"Peki şimdi ikinci şartımı söylüyorum," dedi Füsun mutlu sevişmeden sonra neşeyle. "Küpeyle birlikte, bir gün bu çocukluk bisikletimi alıp annemle babama, bize akşam yemeğine geleceksin."
"Tabii gelirim," deyiverdim ben de sevişme sonrası hafifliğiyle. "Yalnız onlara ne diyeceğiz?"
"Sokakta bir akrabanla karşılaşıp annesini babasını sormuş olamaz mısın? O da seni davet etmiş olamaz mı? Ya da bir gün dükkâna gelip beni görünce, annemi ve babamı da görmek istemiş olamaz mısın? Üniversite giriş sınavından önce bir akrabana her gün biraz matematik çalıştırıyor olamaz mısın?"
"Bir akşam küpeyle mutlaka geleceğim yemeğe. Söz veriyorum. Ama bu matematik derslerinden kimseye söz etmeyelim hiç."
"Niye?"
"Çok güzelsin. Sevgili olduğumuzu anlarlar hemen."
"Yani bir erkekle bir kız, kapalı bir odada Avrupalılar gibi uzun bir
süre sevişmeden duramazlar mı?"
"Durabilirler tabii... Ama burası Türkiye olduğu için herkes onların
matematik değil, başka bir şey becerdiklerini düşünür. Herkesin böyle düşündüğünü bildikleri için, onlar da o işi düşünmeye başlarlar. Kız namusu lekelenmesin diye 'Kapıyı açık bırakalım,' filan demeye başlar. Erkek kendisiyle uzun bir süre aynı odada kalmaya razı olan kızın pas verdiğini düşünür ve ona hâlâ bir şey yapmamışsa, erkekliğine laf geleceği için kıza asılır. Bir süre sonra kafalarının içi herkesin yaptıklarını düşündüğü şeylerle kirlenir ve o şeyi yapmak gelir içlerinden. Sevişmeseler bile suçluluk duymaya başlarlar ve odada sevişmeden fazla kalamayacaklarını hissederler."
Bir sessizlik oldu. Başlarımız yastıktaydı ve gözlerimiz, kalorifer borusu, soba borusu için açılmış delik ve kapağı, perde kornişi, perde, duvarların ve tavanın köşe çizgisi, çatlak, boya döküntüsü ve tozdan oluşan manzaraya takılmıştı. Yıllar sonra o sessizliği müzesever de hissetsin diye bu görüntüyü bütün gerçek ayrıntılarıyla müzem için yeniden kurduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...