Sibel ile Nurcihan'ın okudukları Fransız bahçe ve ev dergilerinden ilhamla geleneksel keyiflerin bir sentezini yansıtan bu piknik sepetini, içi çay dolu termosu, plastik kutu içindeki yalancı dolmaları, yumurtaları, Meltem gazozu şişelerini ve Zaim'in anneannesinden kalan şık örtüyü, o Pazar gezintisini temsil etsinler ve ziyaretçiyi ev içlerinin ve benim acılarımın boğucu havasından çıkarsınlar diye sergiliyorum. Ama okur da ziyaretçi de, acımı bir an olsun unutabildiğimi sanmasın sakın.
Pazar sabahı önce Meltem gazozunun Boğazda, Büyükdere'deki fabrikasına gittik. Inge'nin koskocaman resimleri ve üstü karalanmış solcu duvar yazılarıyla çevrili binalarda, Zaim bizi mavi önlüklü, başörtülü, sessiz işçi kadınlarla, gürültülü, neşeli şeflerin çalıştırdığı yıkama, şişeleme bölümlerinde gezdirirken (bütün İstanbul'u reklamla donatan Meltem gazozu fabrikasında altmış iki kişi çalışıyordu yalnızca), ben Nurcihan ve Sibel'in deri çizmeli, şık kemerli ve blucinli fazla alafranga kıyafetlerinden ve serbest havalarından yüzeysel bir şekilde sıkılıyor ve "Füsun, Füsun, Füsun" diye sessizce atan yüreğimi yatıştırmaya çalışıyordum.
Oradan iki arabaya doluştuk ve Belgrad Ormanları'na ve Bentler'e giderek, yüz yetmiş yıl önce Avrupalı ressam Melling'in yaptığı bu manzaraya ve Bentler'e bakan bir yeşilliğe, piknik yapan kimi hayali Avrupalıları taklit ederek yerleştik. Öğleye doğru toprağa uzanıp pırıl pınl mavi gökyüzüne baktığımı; bir kenarda Zaim ile, uğraşarak yeni alınmış gıcır gıcır iplerle, eski Acem bahçelerinden kalma bir salıncağı kurmaya çalışan Sibel'in güzelliğine ve zerafetine şaştığımı hatırlıyorum. Bir ara Nurcihan, Mehmet, ben dokuz taş oynadık. Toprağın hoş kokusunu, Bentler'in arkasındaki gölden gelen serin havanın taşıdığı çam ve gül rayihasını içime çekiyor, önümdeki harika hayatın Allah'ın bana bir lütfü olduğunu ve bana karşılıksız verilen bütün bu güzelliklerin karnımdan gövdeme ölüm gibi yayılan aşk acısıyla zehirlenmesinin ne büyük bir aptallık, hatta günah olduğunu düşünüyordum. Füsun'u görememenin verdiği acının altında bu kadar ezilmek, bana utanç veriyordu; bu utanç kendime olan güvenimi zayıflatıyor, bu zayıflık yü- zünden de kıskançlığa kapılıyordum. Bir ara Mehmet, üzerinde hâlâ beyaz gömleği, askılı pantalonu ve kravatı sofrayı kurarken, böğürtlen toplama bahanesiyle Nurcihan ile uzaklaşan Zaim'in burada olmasından memnun olduğumu, çünkü bunu, onun Füsun ile buluşmadığının bir kanıtı olarak gördüğümü anladım. Ama bu, Füsun'un Kenan ya da başka birisiyle buluşmadığı anlamına gelmiyordu tabii. Dostlarla konuşmanın, top oynamanın, Sibel'i bir çocuk gibi salıncakta sallamanın ya da yeni model bir konserve açacağım denerken, nişan yüzüklü parmağımı derinden kesip kanlar içinde kalmanın beni oyaladığını, bu yoğun anlarda onu düşünmemeyi başarabildiğimi keşfediyordum. Kesik parmağımın kanı bir türlü dinmiyordu. Kanundaki aşk zehrinden olabilir miydi bu? Bir ara aşktan sersemlemiş bir kafayla salıncağa bindim ve bütün gücümle sallanmaya başladım. Salıncak hızla düşer gibi aşağı inerken, karnımdaki acı biraz azalıyordu Salıncağın uzun ipleri gıcırdar, ben havada koskocaman bir yay çizerken, kafamı geriye ve yere doğru sarkıtırsam, aşk acım biraz azalıyor, erteleniyordu.
"Ne yapıyorsun Kemal, dur, sarkma, düşersin!" diye bağırdı Sibel
Öğle güneşi gölgelik ağaç altlarını bile ısıtırken, Sibel'e kanın dinmediğini kendimi iyi hissetmediğimi. Amerikan Hastanesine gidip parmağıma dikiş attırmak istediğimi söyledim. Şaşırdı. Gözlerini kocaman açtı. Akşama kadar bekleyemez miydim? Kanımı durdurmaya çalıştı. Siz okurlara itiraf ediyorum: Kan dinmesin diye yarayı ona göstermeden gizlice açıyordum. "Hayır," dedim, "lütfen bu güzel pikniğin keyfini bozmuş olmayayım, sen de benimle gelirsen çok ayıp olacak, canım. Onlar seni akşam şehre geri getirirler." Ben arabaya doğru yürürken, canım nişanlımın anlayışlı ve buğulu gözlerinde, o soru soran bakışı utançla gene gördüm. "Nen var?" dedi sorunun akan kanlardan daha vahim olduğunu sezerek. O anda ona sarılıp acımı ve tutkumu unutabilmeyi, hiç olmazsa ona hissettiklerimi anlatabilmeyi ne çok isterdim! Ama Sibel'e tatlı bir-iki söz söyleyemeden, bir kalp çarpıntısının telaşıyla, sersem gibi sallanarak arabaya bindim. Nurcihan ile böğürtlen toplayan Zaim, bir şey olduğunu sezmiş bize yaklaşıyordu. Zaim'le göz göze gelirsem, nereye gittiğimi hemen anlayacağından emindim. Arabayı çalıştırırken yan gözle baktığım nişanlımın yüzündeki içten endişeyi ve kederi ise anlatmayayım da, okur beni kalpsiz sanmasın.
O pırıl pırıl ve sıcacık yaz öğleüstü, arabayı deli gibi sürerek Bentlerden Nişantaşı'na tam kırk yedi dakikada geldim. Çünkü ayağım gaza bastıkça, kalbim Füsun'un en sonunda bugün Merhamet Apartmanı'na geleceğine daha çok inanıyordu. İlk buluşmamıza da birkaç gün sonra gelmemiş miydi? Arabayı park edip vaktinden on dört dakika önce (parmağımı tam vaktinde kesmiştim) Merhamet Apartmanı'na koşarken, orta yaşlı bir kadın, arkamdan neredeyse bağırarak durdurdu beni:
"Kemal Bey, Kemal Bey, çok talihlisiniz."
Dönüp "Nasıl?" dedim, kadının kim olduğunu hatırlamaya çalışarak. "Nişanda bizim masaya gelmiştiniz de Kaçak dizisinin sonunda ne
olacak diye bahse girmiştik ya... Siz kazandınız Kemal Bey! Dr. Kimble en sonunda suçsuzluğunu kanıtladı!"
"Ah, sahi mi?"
"Hediyenizi ne zaman alacaksınız?" "Sonra,"
diyerek koştum.
Kadının anlattığı mutlu sonu, tabii ki Füsunun bugün geleceğinin bir
işareti, bir uğur olarak görmüştüm. On-on beş dakika sonra sevişmeye başlayacağımıza coşkuyla inanarak ve ellerim titreyerek anahtarı çıkardım, daireye girdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİ
Non-FictionOnlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı. Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra ad...