11. KURBAN BAYRAMI

149 3 2
                                    

Uykuyla uyanıklık arasında, uzak akraba Süreyya Dayı'yı ve Yeşim'in nişanında gördüğüm ve adını hep unuttuğum oğlunu düşündüm. Füsun ile eski bayram ziyaretlerinin birinde, birlikte araba gezintisine çıktığımız gün, Süreyya Dayı da bizim evdeydi. O soğuk ve kurşuni kurban bayramı sabahının bazı görüntüleri, yatağımda uyumaya çalışırken, zaman zaman görülen rüyalarda olduğu gibi, hem çok tanıdık hem de tuhaf bir hatıra gibi gözümün önünden geçti: Üç tekerlekli bisikleti, Füsun ile birlikte sokağa çıktığımızı, kesilen bir kurbana sessizce baktığımızı, sonra bir araba gezintisine çıktığımızı hatırladım. Bunları ertesi gün, Merhamet Apartmanında buluştuğumuzda ona sordum.
"Bisikleti annemle biz evden geri getirmiştik," dedi her şeyi benden çok daha iyi hatırlayan Füsun. "Ağabeyin ve sen kullandıktan sonra, annen bisikleti yıllar önce bana vermişti. Artık ben de binmiyordum, büyümüştüm. Benim annem, o bayram günü bisikleti geri getirdi işte."
"Sonra annem de buraya getirmiş olmalı," dedim ben. "Süreyya Dayı'nın o gün orada olduğunu ben de hatırladım şimdi..."
"Çünkü likörü o istemişti," dedi Füsun.
Beklenmedik bir anda çıktığımız o araba gezintisini, Füsun benden
çok daha iyi hatırlıyordu. Ondan dinleyip hatırladığım bu gezintiyi, burada anlatma isteği duyuyorum. Füsun on iki, ben yirmi dört yaşındaydım. 27 Şubat 1969, Kurban Bayramı'nın ilk günüydü. Bizim Nişantaşı'ndaki evde bayram sabahlarında hep olduğu gibi, yakın ve uzak akrabalardan şık giyimli, kravatlı, ceketli, neşeli bir kalabalık öğle yemeğini bekliyordu. Kapı sık sık çalıyor, yeni misafirler, mesela küçük teyzemle kabak kafalı eniştem, şık ve meraklı çocuklarıyla geliyor, her- kes ayağa kalkıyor, yeni gelenlerle herkes tek tek el sıkışıp öpüşüyor, sandalyeler çekiliyor, Fatma Hanım ile ben de misafirlere şeker tutuyorduk ki, babam bir ara beni ve ağabeyimi bir kenara çekti.
"Süreyya Dayınız gene 'Niye likör yok?' diye tutturdu çocuklar," dedi. "Biriniz Alaaddinin dükkânından nane ve çilek likörü alsın."
O yıllarda bile, babam bazan içkiyi fazla kaçırdığı için, annem bayramlarda kristal bardaklar ve gümüş tepside nane ve çilek likörü sunma âdetini yasaklamıştı. Bu kararı babamın sağlığı için almıştı. Ama iki yıl önce gene böyle bir bayram sabahı, Süreyya Dayı likör diye tutturunca, annem konuyu kestirip atmak için "Dinî günde alkol mü olurmuş!" demiş, bu da bitip tükenmez din, medeniyet, Avrupa, Cumhuriyet tartışmasının, aşın Atatürkçü laik dayımız ile annem arasında da başlamasına yol açmıştı.
"Hanginiz gidiyor?" dedi babam. Her bayramda elini öpen çocuklara, kapıcılara, bekçilere vermek için bankadan özel getirdiği on liralıklar destesinden gıcır gıcır bir tane çıkarıp bize gösterdi.
"Kemal gitsin!" dedi ağabeyim.
"Osman gitsin!" dedim ben.
"Hadi sen git canım," dedi babam bana. "Annene de söyleme şimdi nereye gittiğini..." Kapıdan çıkarken Füsun'u gördüm. "Gel hadi, bakkala gidelim seninle."
On iki yaşında, çöp bacaklı, zayıf, uzak bir akraba kızıydı işte. Örgülü, parlak siyah saçlarına bağladığı bembeyaz fiyongun kelebek biçimi ve temiz kıyafeti dışında, dikkat çeken bir yanı da yoktu. O küçük kıza asansörde sorduğum sıradan şeyleri, yıllar sonra bana Füsun hatırlattı: Kaçıncı sınıftasın? (orta bir), hangi okula gidiyorsun? (Nişantaşı Kız Lisesi), ileride ne olacaksın? (sessizlik!).
Kapıdan çıkmış, soğukta birkaç adım atmıştık ki, yandaki boş ve çamurlu arsada, ilerideki küçük ıhlamur ağacının altında bir kalabalığın toplandığını, kurbanlık bir koyunun kesilmek üzere olduğunu gördüm. Şimdiki anlayışımda olsaydım, koyun kesilecek, küçük kız kötü etkilenir diye düşünür, Füsun'u oraya hiç yaklaştırmazdım.
Ama merakla ve düşüncesizlikle yürüdüm. Bizim ahçı Bekri Efendi ile kapıcımız Saim Efendi kolları sıvamış ve ayaklan bağlı kınalı bir koyunu yere yıkmışlardı. Koyunun yanında elinde iri bir kasap bıçağıyla önlüklü bir adam vardı, ama hayvan sürekli çırpındığı için işini göremiyordu. Uğraştıkça ağızlarından buhar çıkan ahçıyla kapıcı, hayvanı hareketsiz hale getirmeyi başardılar. Kasap koyunun sevimli burnundan ve ağzından tutup başını hoyratça çevirdi ve uzun bıçağı gırtlağına dayadı. Bir sessizlik oldu. "Allahüekber, allahüekber," dedi kasap. Bıçağı ileri geri oynatarak koyunun beyaz gırtlağına hızla daldırdı. Kasap bıçağı çekince gırtlaktan kalın, kıpkırmızı bir kan fışkırdı. Koyun çırpınıyordu, can verdiğini anlıyordu insan. Hiçbir hareket yoktu. Birden bir rüzgâr ıhlamur ağacının çıplak dallarında uğuldadı. Kasap koyunun başını kenara çe- kip, fışkıran kanı önceden kazılmış bir çukura boşalttı.
Kenarda yüzlerini ekşiten meraklı çocukları, şoför Çetin Efendi'yi, dua eden bir ihtiyarı gördüm. Füsun ceketimin kolunu sessizce tutmuştu. Koyun arada bir hâlâ kıpırdıyordu, ama bunlar son çırpınışlardı. Bıçağını önlüğüne silip temizleyen kasap, karakolun yanında dükkânı olan Kazım'mış, ilk anda tanıyamamıştım. Ahçı Bekri ile göz göze gelince de, bunun o günlerde bayram için alman ve bir haftadır arka bahçede bağlı duran bizim koyun olduğunu anladım.
"Hadi gidelim," dedim Füsun'a.
Hiç konuşmadan yürüdük, sokağa çıktık. Küçük kızın böyle bir şeye tanık olmasına seyirci kaldığım için mi huzursuzdum? Bir suçluluk duyuyordum, ama nedenini tam olarak bilemiyordum.
Ne annem ne de babam dindardı, ikisinin de namaz kılıp oruç tuttuklarını hiç görmemiştim. Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişmiş pek çok evli çift gibi, dine saygısız değil ilgisizdiler yalnızca ve bu ilgisizliği de pek çok tanıdıkları, dostları gibi Atatürk sevgisi ve laik bir cumhuriyetçilikle açıklarlardı. Buna rağmen Nişantaşlı, laik pek çok burjuva aile gibi bizimkiler de, her kurban bayramında bir koyun kestirir ve kurban etini gerektiği gibi yoksullara dağıtırlardı. Ama ne babam ne de aileden herhangi biri koyunla, kurbanın kesilişiyle haşır neşir olmaz, etinin ve derisinin yoksullara dağıtılmasını da ahçı ile kapıcıya bırakırlardı. Onlar gibi ben de bayram sabahlan yandaki boş arsada yıllardır yapılan bu kesim töreninden uzak durmuştum.
Füsun ile konuşmadan Alaaddin'in dükkânına doğru yürürken, Teşvikiye Camii'nin önünden serin bir rüzgâr esti, huzursuzluğum sanki beni ürpertti.
"Demin korktun mu?" diye sordum. "Keşke bakmasaydık..."
"Zavallı koyun..." dedi.
"Kurbanın neden kesildiğini biliyorsun, değil mi?"
"Bir gün biz cennete giderken o koyun, sırat köprüsünden bizi
geçirecek..."
Bu, çocukların ve okumamışların kurban yorumuydu.
"Hikâyenin bir de başı var..." dedim bir öğretmen havasıyla. "Onu
biliyor musun?"
"Hayır."
"Hazret! İbrahim'in çocuğu olmuyormuş. 'Allahım, bir çocuğum olsun, her istediğini yapayım,' diye çok dua etmiş. Sonunda duaları kabul olmuş, bir gün oğlu İsmail doğmuş. Dünyalar Hazreti İbrahim'in olmuş. Oğlunu çok seviyor, onu her gün öpüp okşuyor, sevinçten uçuyor, her gün de Allah'a şükrediyormuş. Bir gece rüyasında Allah ona görünmüş ve demiş ki, 'Oğlunu şimdi benim için boğazla, kurban et onu,' demiş."
"Niye demiş?"
"Dinle şimdi... Hazreti İbrahim de, Allah'ın sözüne uymuş. Bıçağını çıkarmış, tam oğlunu kesecek... Derken orada bir koyun belirmiş."
"Niye?"
"Allah Hazreti İbrahim'e acımış, çok sevdiği oğlu yerine kessin diye koyunu yollamış ona. Çünkü Allah, Hazreti İbrahim'in kendisine itaat ettiğini görmüş."
"Allah koyunu yollamasaymış, Hazreti İbrahim gerçeklen de oğlunu kesecek miymiş?" dedi Füsun.
"Kesecekmiş," dedim huzursuzlukla. "Keseceğinden emin olduğu için Allah onu çok sevmiş ve üzülmesin diye koyunu yollamış."
Ama çok sevdiği oğlunu kesip öldürmeye çalışan bir babayı, on iki yaşındaki bir kıza anlatamadığımı görüyordum, içimdeki endişe, şimdi küçük kıza kurbanı anlatamama sıkıntısına dönüşüyordu.
"Aa, Alaaddin'in dükkânı kapalı!" dedim. "Meydandaki dükkâna bakalım."
Nişantaşı Meydanı'na kadar yürüdük. Dört yol ağzındaki tütüncü, gazeteci Nurettin'in Yeri de kapalıydı. Geri döndük. Sessizce sokaklarda yürürken, Füsunun sevebileceği bir Hazreti İbrahim yorumu düşündüm:
"Hazreti İbrahim, koyunun oğlunun yerini alacağını başta tabii bilmiyor," dedim. "Ama Allah'a o kadar inanıyor ve onu o kadar çok seviyor ki, sonunda kendisine Allah'tan hiçbir kötülük gelmeyeceğini hissediyor... Birisini çok çok seversek, onun için en kıymetli şeyimizi verirsek, ondan bize bir kötülük gelmeyeceğini biliriz. Kurban budur. Sen hayatta en çok kimi seviyorsun?"
"Annemi, babamı..."
Kaldırımda şoför Çetin ile karşılaştık.
"Çetin Efendi, babam likör istedi," dedim. "Nişantaşı'nda dükkânlar
kapalı, sen bizi bir Taksim'e götürsene. Belki sonra biraz da gezeriz." "Ben de geliyorum, değil mi?" dedi Füsun.
Babamın vişne çürüğü rengi 56 Chevroletsinin arka koltuğuna Füsun
ile oturduk. Çetin Efendi arabayı parke taşı kaplı çukur çukur sokaklarda sürdü. Füsun pencereden dışarı bakıyordu. Maçka'dan geçerek Dolmabahçe'ye indik. Sokaklar bayramlıklarını giymiş üç-beş kişi dışında boştu. Ama Dolmabahçe Stadı'nı geçince, kenarda küçük bir kalabalığın kurban kestiğini gördük.
"Çetin Efendi, Allahaşkına çocuğa anlatsana niye kurban kesiyoruz. Ben iyi anlatamadım."
"Aman estağfurullah Kemal Bey," dedi şoför. Ama dinine bizlerden daha çok sahip çıktığını göstermenin zevkinden de vazgeçemedi. "Allah'a, bizler de çok şükür Hazreti İbrahim kadar bağlıyız demek için kurban kesiyoruz... Kurban, Allah için en kıymetli şeyimizi bile feda ederiz, demektir. Allah'ı o kadar seviyoruz ki, küçük hanım, onun için en sevdiğimiz şeyi bile veriyoruz. Hem de hiçbir karşılık beklemeden."
"Sonunda cennete gitmek yok mu?" dedim kurnazca.
"Allah yazdıysa... O kıyamet günü belli olacak. Ama biz bu kurbanı, cennete gitmek için kesmiyoruz. Bir karşılık beklemeden, Allah'ı sevdiğimiz için kesiyoruz."
"Sen dinî konulara çok meraklıymışsın be Çetin Efendi."
"Estağfurullah Kemal Bey, siz o kadar okumuşsunuz, daha iyi bilirsiniz. Hem zaten bunları bilmek için dine de, camiye de gerek yok. Çok değer verdiğimiz, üzerine titrediğimiz en kıymetli bir şeyi, birisine sırf onu çok sevdiğimiz için karşılıksız olarak veririz."
"Ama o zaman da bu fedakârlığı yaptığımız kişi huzursuz olur," dedim, "bir şey istediğimizi sanır."
"Allah büyüktür," dedi Çetin Efendi. "Allah her şeyi görür ve bilir... Bizim de onu karşılıksız sevdiğimizi anlar. Kimse Allah'ı kandıramaz."
"Şurada açık bir dükkân var," dedim. "Çetin Efendi dursana, biliyorum, bu büfede likör satıyorlar."
Füsun ile, bir dakikada Tekel'in ünlü nane ve çilek likörlerinden birer şişe alıp arabaya döndük.
"Çetin Efendi, vakit var, sen bizi biraz gezdir," dedim.
Uzun süren araba gezintimiz sırasında konuştuğumuz şeylerin çoğunu, yıllar sonra Füsun hatırlattı bana. Benim ise, o soğuk ve kurşuni bayram sabahından aklımda kalan çok belirgin bir şey vardı: Bayram sabahı İstanbul'un hali bir salhaneye benziyordu. Yalnız şehrin kenar mahallelerindeki, dar ara sokaklarındaki boş arsalarda ve yangın yerlerinde, yıkıntılar arasında değil, ana caddelerde en zengin semtlerde de, sabahın erken saatlerinden başlayarak on binlerce kurban kesilmişti. Bazı yerlerde kaldırım kenarları, parke taşlan kan içindeydi. Arabamız yokuşları iner, köprülerden geçer, kıvrım kıvrım ara sokaklarda ilerlerken, derileri yüzülen, kimisi daha yeni kesilen, kimisi parçalanan kurbanlık koyunları görüyorduk. Atatürk Köprüsü nden Haliç'i geçtik. Şehir bayrama, bayraklara, şık giyinmiş kalabalıklara rağmen yorgun ve kederliydi. Bozdoğan Kemeri'nden Fatih'e doğru kıvrıldık. Orada boş bir arsada, kurbanlık kınalı koyunlar satılıyordu.
"Bunlar da kesilecek mi?" diye sordu Füsun.
"Belki de hepsi kesilmez, küçük hanım," dedi Çetin Efendi. "Vakit öğleye geliyor, bunlara hâlâ alıcı çıkmamış... Belki bayram sonuna kadar alıcı çıkmaz, bu hayvancağızlar da kurtulur... Ama o zaman da celepler onları kasaplara satar küçük hanım."
"Kasaplardan önce biz gider onları satın alır, kurtarırız," dedi Füsun. Şık, kırmızı bir palto vardı Füsun'un üzerinde. Bana gülümseyip cesaretle göz kırptı. "Çocuğunu kesmek isteyen adamdan koyunları kaçırırız değil mi?"
"Kaçırırız," dedim ben.
"Küçük hanım çok akıllısınız," dedi Çetin Efendi. "Aslında Hazreti İbrahim oğlunu kesmeyi hiç istemiyordu. Ama emir, Allah'ın emriydi. Allah'ın her dediğine itaat etmezsek dünya altüst olur, kıyamet kopar... Dünyanın temeli sevgidir. Sevginin temeli de Allah sevgisidir."
"Ama bunu babasının kesmek istediği çocuk nasıl anlasan?" dedim ben.
Çetin Efendi'yle gözlerimiz bir an dikiz aynasında buluştu.
"Kemal Bey, biliyorum siz de babanız gibi bana takılmak, şakalaşmak için söylüyorsunuz bunları," dedi. "Babanız bizi çok sever. Biz de ona çok hürmet ederiz, şakalarına hiç kırılmayız. Sizinkilere de kırılmam. Cevabımı bir misal ile vereceğim. Hazreti İbrahim adlı filmi gördünüz mü?" "Hayır."
"Siz tabii öyle filmlere gitmezsiniz. Ama küçük hanımı da alın, bu filmi mutlaka görün. Hiç sıkılmayacaksınız... Ekrem Güçlü, Hazreti İbrahim'i oynuyor. Biz hanım, kayınvalide, çoluk çocuk, ailecek gittik, hep birlikte doya doya ağladık. Hazreti İbrahim eline bıçağı alıp da oğluna baktığı vakit de ağladık... Oğlu İsmail Kuran-ı Kerimde yazdığı gibi 'Babacığım, Allah'ın emri ne ise yap!' dediği zaman da ağladık... Oğul yerine kesilecek kurbanlık koyun gelince ise, hep birlikte bütün sinemayla birlikte sevinçten ağladık. Çok sevdiğimiz bir varlığa, hiçbir karşılık beklemeden en değerli şeyimizi verirsek, işte dünya o zaman güzel olur, onun için ağlıyorduk küçük hanım."
Fatih'ten Edirnekapı'ya, oradan sağa sapıp surlar boyunca aşağıya Halic'e inişimizi çok iyi hatırlıyorum. Kenar mahallelerden geçerken, yıkıntılar halindeki şehir surları boyunca ilerlerken, arabaya yerleşen sessizlik uzun bir süre bozulmadı. Sur aralarındaki bostanlarda, imalathaneler ve derme çatma atölyelerin çöpleri, boş variller ve atıklar içindeki arsalarda, tek tük kesilmiş kurbanları, bir kenarda yüzülmüş kurban derilerini, iç organları, boynuzlan görüyorduk, ama yoksul mahallelerde, boyası dökülmüş ahşap evler arasında bayramın kurbanı değil, neşesi nedense daha çok hissediliyordu. Füsun ile birlikte atlı- karıncalı, salıncaklı bir bayram yerine, bayram paralarıyla macun alan çocuklara ve otobüslerin alınlarına boynuz gibi takılmış küçük Türk bayraklarına, yıllar sonra kartpostallarını, fotoğraflarını tutkuyla biriktireceğim bütün bu manzaralara iyimserlikle baktığımızı hatırlıyorum.
Şişhane Yokuşunu çıkarken, yolun ortasında bir kalabalık gördük; trafik tıkanmıştı. Bir an başka bir bayram eğlencesi sanmıştım ki, arabamız açılan kalabalığın içinden geçti ve kendimizi az önce çarpışmış araçların, trafik kazasının can çekişen kurbanlarının hemen yanında bulduk. Yokuşta freni patlayan bir kamyon şerit değiştirmiş ve bir-iki dakika önce, özel bir arabayı acımasızca altına almıştı.
"Allahım sen büyüksün!" dedi Çetin Efendi. "Küçük hanım sakın bakmayın siz."
Ön kısmı tamamen ezilmiş arabanın içinde can çekişirken başını hafifçe oynatan birilerini hayal meyal gördük. Arabamızın üstünden geçtiği cam kırıklarının şıkırtısını ve sonraki sessizliğimizi hiç unutmadım. Yokuşu çıkıp boş sokaklardan geçerek, Taksim'den Nişantaşı'na ölümden kaçar gibi alelacele vardık.
"Nerede kaldınız yahu?" dedi babam. "Merak ettik. Buldunuz mu likör?"
"Mutfakta!" dedim. Salon parfüm, kolonya ve halı kokuyordu. Akraba kalabalığına karışıp küçük Füsun'u unuttum.

ORHAN PAMUK MASUMİYET MÜZESİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin