Pazar günlerinden nefret ederdim.
Bırakın hafta sonunun en kötü günü olmasını, bence haftanın en kötü günü olmalıydı pazar.
Cumartesi günü olan rahatlığın yarısını yaşayamam pazar günlerinde. Sonraki gün erken kalkacağım, okula gideceğimin bilinci hep aklımın kuytu köşesinde beni rahatsız eder. Ayrıca babamın izinli olduğu tek gündür pazar. Mükemmel bir ailemiz varmış gibi her pazar kahvaltı masasında eksiksiz yiyecek ve bizi ister. Hafta içinde zorunda kalmadıkça pek birbirimizin yüzüne bakmayız ama pazar günleri sanki buna zorunluymuşum gibi hissettirir bana. Pazar günü yaptığım her şey bana kendimi kötü ve yapmamam gereken bir şeyi yapıyormuşum gibi hissettirir.
Ama hepsinden daha büyük bir sebebi varsa o da bir pazar günü doğmuş olmamdır.
Ve yine doğdum o günden beri geçirdiğim sayısız pazar günlerinden birindeydik. Arkadaşlarım tarafından dışarıya takılmaya davet edilmiş, yapmam gereken onca işi bir kenara iterek tekliflerini kabul etmiştim.
Anlayacağınız bu pazar da bir şeylerin sorumluluğunda boğulacaktım.
Bu düşünceye engel olmayı defalarca kez denedim. Yapmam gereken her şeyi yapıp tamamen yattığım günler de oldu, dışarıya çıktığım da fakat bu hissiyat bende hep kalıcı oldu ve ben sadece kabullendim. Pek bir beklentim yoktur, hayır hatta hiçbir beklentim yoktur pazarlardan.
"Kaçtım ben." Tek ayağımın üzerinde zıplayarak ve tek elimle duvardan destek alarak ayağıma geçirdiğim Vans ile içerideki anneme seslenmiş ve ondan onay sesi aldıktan sonra kapıyı kaparak evden çıkmıştım.
Kendime aşırı sosyal birisi veya çok arkadaşı olan birisi diyemezdim ama kesinlikle çok tanıdığı olan birisiydim. Bu sadece kendi okulum için değil, diğer okullardaki kişiler için de geçerli olmaya başlamıştı zamanla. Görünüşüm ve tarzım yüzünden benim tanımadığım ama beni tanıyan insan sayısı çoktu ve bu gençliğin bana verdiği bir çeşit güvendi.
Kendi okulum ve aslında hocaların "rakip" olarak tanımladığı diğer okuldaki bir arkadaşımın yüksek ısrarı üzerine, kesinlikle ısrar etmediler, kafeye gidiyordum. Gerçi kafe dediğime bakmayın, bizim buluşmamızın sonunun içkisiz bitmeme ihtimali yoktu. İlla ki bir serserilik yapar, öyle dağılırdık evlere. Bakalım bugün bizi ne bekliyordu.
Hava fena değildi, yürüyebilirdim ama zaten evden biraz geç çıkmıştım. Bu yüzden metroya bindim. Üç beş durak sonra indim. Çok rutindi her şey. Hayatımın son bir-iki haftasına bakınca bu sakinlik beni istemsizce gerdi.
Metrodan indiğim an telefonum çaldı, arayan Woo Shik'i gördüm. Başta zaten yolum yakın diye aramayı reddetmeyi düşünsem de laf etmelerine katlanmak istemediğimden açtım.
"Taehyung neredesin lan!?" Yanındakilere bir şey çaktırmak istemezmiş gibi boğuk ama kızgın sesiyle sorduğu soruyu aksine rahatlıkla yanıtladım. "Metrodan indim, geliyorum hemen."
"Çabuk ol hadi, birileriyle tanıştıracağım seni."
Söyledikleriyle kaşlarım havalanmıştı. "Derken?"
"Harbiden lan, gel artık." İşte şimdi heyecanlanmıştım. Genelde takıldığımızda Woo Shik, ben ve Yoongi beraber takılırdık. Yoongi ile aynı okulda olduğumuzdan yakınlığımız yardırganamazdı ve başkalarıyla samimiyetimiz pek olmazdı. Flörtü ya da sevgilisiyle tanıştırır diye düşünüp heyecanla kafeye gitmiştim.
Tanıştıracağı kişinin o olacağını nereden bilebilirdim ki?
"Ah Taehyung! Sonunda geldin." Yoongi'nin yandan duyduğum sesine yanıt vermek istiyor fakat uzaktan izlediğim görüntüye göre arkadaşlarımın arasında birkaç yeni surat görüyordum ve bu suratın Jeon Jungkook olması içime huzursuzluk doğuruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
other people
FanfictionNasıl olduğumu merak ediyorsun, ipucu vereyim; keşke seninle hiç tanışmasaydım. enemies to lovers. taekook, by jerome.