"Bir şeyin öyle olduğuna dair duyulan sarsılmaz inanç, o şeyi öyle yapar mı?"
Çakıştırılan birkaç kadeh, sakın kandırmasın sizi. Kurulan birkaç içten söz, inandırmasın samimiyetin içtenliğine. Akışına bıraktığınız bazı şeylerin sürüklediği yol, ulaştırdığı yer yanıltmasın hedeflediğiniz yoldan sizi. Tek başınıza yürüdüğünüz yolda size eşlik etmek isteyen kişiye edin dikkat, nefret edeceğiniz kişide çok aramayın kabahat. Kaybolan siz olursunuz, bulduğu hata siz.
O kapıldığım akışın kollarında sorguluyordum hafiften bulanmış kafamla, nasıl olurdu da bana kendimi böylesine aşağılık hissettiren bir adamın karşısında oturup sanki senelerdir süren bir ahbaplığımız varmış gibi kadehlerimizi tokuşturarak derin bir sohbetin içinde kavruluyorduk?
Akışın sonuna hâlâ varabildiğim yoktu, sorgularımın cevabının orada yattığına emindim lakin öğreneceğim cevap beni korkutmuyor da değildi. Sorguladığım o kadar çok şey vardı ki ne sorarak öğrenmeye yelteniyordum ne de kendimi bu uzun soluklu yanıt teknesinden alıkoyabiliyordum.
Bana karışık hisler yaşatan Jeon Jungkook, arkadaş edinmek için geldiği bu ortamda neden nefret ettiği adamı karşısına almış sözlerimi çok umursarmış gibi benimle muhabbet ediyordu? Davranışları birbirine o kadar uymuyordu ki saat geçtikçe bulanan kafamla beraber ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum.
Komik olan da o ya, asla yapan taraf da ben olmazdım.
"Yanıtlamayacak mısın, Taehyung?"
Bana ismimle seslendiği nadir anlardan birisindeydik. Onun çok içen birisi olduğunu sanmıyordum çünkü belli ki içtiği şeyin tadından zevk almıyor fakat oluşturduğu kafayı seviyordu. Bana yarım saattir saçma sapan sorular soruyor ve edebiyat yapıyordu. Onu ilk defa konuşkan bir şekilde görüyordum. Durağandı ama laflarından da çekinmiyordu.
"Ben söyleyeyim o halde." Elindeki kadehin içindeki şarabı dairesel hareketlerle döndürdükten sonra hepsini kafasına dikmiş ve dudaklarını birbirine bastırarak acı tadını akıtmıştı boğazından aşağı. Elindekini sertçe masaya bırakırken, geriye attığı boynu yavaşça yüzüme denk düştü. Simsiyah saçlarından birkaç tutam gözlerinin üzerine akarken çatık kaşları örtünmüş, yükselip alçalan adem elması ve kıstığı kömür karası gözlerle kafasında cümleleri dizmeye çalıştığı barizdi.
Buraya geleli yaklaşık iki saat oluyordu ve ilk bir saati boyunca arkadaşlarımızla vakit geçirdikten sonra diğerleri dans edip eğlenmek istediğini söylediğinden club'a geçerken, Jungkook keyfinin olmadığını ve içmeye devam edeceğini söylemişti. Başta önemsememiştim, onunla başbaşa kalmak felaket gibi gelebilirdi bunu ön görebiliyordum. Ama ayaklanıp arkadaşlarımla farklı bir mekana geçmek için kapıya ulaştığım anda bunu gerçekten zorla yaptığımı fark ediyor olmak beni sinir etmişti ve sırf o var diye mekandan çıkmak zorunda falan da değildim. Tam da bu sebepten diğerlerine gelmeyeceğim, eve döneceğim yalanımı sunmuş ve onları gönderdikten sonra masaya geri dönmüştüm.
Jungkook, o masaya döndüğümde bana alttan bir bakış atmıştı. Ne merak vardı gözlerinde ne şaşkınlık. Yalnızca bomboş bakmıştı bana. İşte o an bir nebze olsun pişman olmuştum döndüğüme. Hatta elim çantama, tekrar kalkmak için uzanacağım anda onun ters dönük bir kadehi düz çevirip önüme koymasıyla çivilenmiştim olduğum yere.
Ve işte şimdi bu haldeydik.
"İnanmak için hep bir sebep arıyor insan doğduğu günden beri. Kimi inançlılara Tanrı sırtını dönmüşken bir insanın yapmayacağını ummak saçma. Çok saçma." O yanıt vermeden ben dökmüştüm düşüncelerimi ortaya.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
other people
FanfictionNasıl olduğumu merak ediyorsun, ipucu vereyim; keşke seninle hiç tanışmasaydım. enemies to lovers. taekook, by jerome.