Kendimi uzaktan kumandalı bir robot gibi hissediyorum. Sanki birinin isteği ile hareket etmeye mahkumdum. Aladdin'in cini gibi istekler varken vardım. Ne zamandan beri amaçsızdım, ne zaman dan beri içi boş teneke gibi kuru gürültüden ibarettim?
İçi boş tenekeler bile hasat mevsiminde tarlaları kargalardan koruyordu. Peki ben, ben ne işe yarıyordum? Sonbaharın vurduğu amaçsız solup, kuruyan bir yaprak gibi rüzgarda amaçsızca savrulmaya mahkumdum. Günümün, gecemin farkı var mıydı? İnsanlar zor gecelerde gündüze çıkmak için dua ederdi yada aşık insanlar gündüzlerin çabucak bitip gecenin karanlığında aşkını bağıra bağıra gök yüzüne ilan etmeyi istemez miydi? Ya ben, ben ne zaman elimi semaya yükseltip avuçlarımı rahmet nurlarına bırakmıştım? Hatırlamıyorum bile. Yoruldum.
Beş yaşındayım. Avlu kapısından içeriye adım atan babamın elindeki koca torbada çikolatalı yaş pasta olduğunu adım gibi biliyorum. Haftalardır beklediğim gün gelip çatmıştı, bu gün doğum günümdü. Sevinç kahkahaları yükseliyor evimizde annemin gözlerin de hüzün yok, aksine ışıl ışıl parlıyor. Babamın anılarımda artık silikleşmeye başlayan yüzü net. Yorgun ama umutla bakıyor karısına, küçük kızına.
Kocaman çikolatalı pastanın üzerinde okuyamadığım harfler ve ona kadar saymayı bilen küçük kız çocuğunun saydığı altı pembe mum... tek tek yakıldı mumlar, üflemem için önüme konuldu pasta yanımda annem, hemen karşımda babam, yüzüm de içten bir gülümseme. Gülümsememin nedeni babam mı yoksa fotoğraf çekiyor olması mı bilmiyorum ama çok mutluyum. Tam mumları üfleyecekken annem öpüyor başımın üstünden "Dilek dile meleğim," diye fısıldayıveriyor kulağıma.
Ne diler küçük kız çocukları? Yeni bir oyuncak bebek mi? Yeni bir elbise mi? Yada kırmızı pabuçlar mı? Hiç biri, o yün hiç birini dilememiştim. Gözlerimi kapayıp, "Allah'ım lütfen babam bizi bırakıp gitmesin. Annem arkasından ağlamasın. Lütfen Allah'ım," diye yalvarmıştım. Aslında tek dileğim babamı daha fazla göre bilmekti. Kızlar babasına düşkün olurmuş babama aşkım ta küçüklükten beri varmış.
Sonra ne mi oldu? Bataklık cadısı sihirli değneğini prense değdirdi ve prens sonsuza dek kurbağaya dönüştü. Baba mı sonsuza dek kaybettim. Bir daha hiç ellerimi açıp dua etmedim. Babam gibi olmak için çok çalıştım. Oldum da peki şimdi mutlu muyum? Bu soruyu kendime her sorduğumda aldığım cevap hep aynı, derin bir sessizlikten ileriye gitmiyor.
Erdem ve Sema derslerine giderken ben ve Atlas sessizce masada oturuyorduk. Çok sıkılmıştım masanın üzerindeki tavlanın taşları dizdim ve defalarca zarları attım. Atlas tüm dikkatiyle ajanda dan bir şeyler okuyordu. Sıkıntıyla nefesimi dışarı üfledim. Zarları avucumun içine alıp hırsla salladım zarları avucumun içinden bıraktığım da zarlar 4-2 gelmişti. Zarları tekrar avucumun içine alıp salladım zarları bıraktığımda 3-1 gelmişti.
Uzunca bir zaman sıkıntımı geçirmek için hırsımı zarlardan aldım. Zarları elime alıp salladım avucumdan zarları bıraktığımda zarlar 1-1 geldi. Zarları almak için hamle yaptığımda Atlas benden önce zarları aldı. Gözlerimi Atlas'a çevirip dik dik baktım.
Atlas beni takmayıp, çarpıkça gülümsedi. "Zar tutuyorsun," dedi kendinden eminlik akıyordu sesinden.
"Hayır, zar filan tutmuyorum," dedim dişlerimin arasından.
Atlas elini kaldırıp, "Rıza ağabey," diye seslendi. "Bize fincan gönder, tavla oynamayı öğreteceğim."
Tavla oynamayı mı öğretecekti? Hah, işte buna gülerim. İlkokul yıllarında Sadık amcadan öğrendiğim ve çok sevdiğim tavlanın, çekirdekten yetişme, biraz da hırslı oyuncusu olduğumu söyleye bilirim. En olmayacak yerlerde taş kırmaya, rakibimi kızdırmaya bayılırım. İtiraf etmeliyim ki şansım da iyidir bu oyunda. Sonuç olarak, karşıma çıkan kişiye kök söktürürüm. Bu oyunda Atlas'ın karşımda hiç şansı yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ASKER YEŞİLİ
Teen FictionTarih tekerrür edecekti, geçmişin küllerini yeniden yakacaktı yeşil gözlü bunun farkındaydı. Hoş istediği de buydu ya. Kavruluncaya kadar yanmalıydı ateşte ve acılar bir bedene dönüşmeliydi zırhlara bürünmüş Atlas Alkan gibi... Sırlarla doluydu haya...