3.BÖLÜM KURTAR BENİ ANNE

27 9 18
                                    

      Akşama kadar ne yapacağımızı bilmez bir halde geçirmiştik sabahından zehir olan günümüzü. Yüreğimiz de masadan düşüp parçalanan bardak kırıkları gibi darmadağınıktı. Annem çaresizce bir köşede ağlıyordu. Ama elinden gelen bir şey yoktu. Kalbinden gelen, babama karşı koymak olsa da o da kimsesizliğinden çaresizdi. Kadir bile ortamdaki havadan etkilenmiş, kendini evin önündeki ağacın dibindeki toprağa atmıştı. Eline bir çubuk almış, akşama kadar önündeki toprakla oynamıştı. Daha ne denirdi ki... 3 yaşındaki çocuk bile istemiyordu bu kasvetli eve girmeyi.

     Zavallı Filiz zaten kalbinden hastaydı. Babamın sabahki bağırması çağırması onu daha da hasta etmişti. Salonda bulunan, evin eski püskü ve tek kanepesine uzanmış, gözlerini tavana dikmiş nefes almaya çalışıyordu. Şu anda Filiz'in tek derdi buydu. Nefes almak... Çünkü zavallı kardeşim kesintisiz nefes bile alamıyordu. Paramız olmadığı için onun pahalı tedavisini de karşılayamıyorduk. Bu kadar kırık dökük yaşamaya çalışıyorken babamın ablamı gelin vereceğinin acı gerçeği ile daha da kırılmış paramparça olmuştuk.

     Gün akşama kavuşmuş ve hava kararmıştı. Annem bu akşam yemeği, gözünün yaşıyla yapmıştı. Üstelik babamın isteği ile bir de irmik helvası kavurmuştu gelecek misafirler için. Ama o yemekten sadece babam yemişti. Kadir de dahil kimsenin iştahı yoktu bugün. Yemek sonrası babam anneme, "Hadi Emine, hazırla şu kızını şimdi görücüler gelirler. Hem isteyecekler hem de söz takılacak bu akşam. Hiç olmazsa bir boğaz eksilir sofradan. Üstelik Cemil efendi bir tomar başlık parası da verecek Meryem için. Azıcık paralanırız" dedi ayranından son yudumunu alırken.

     Annem sesi titreyerek, "Cemil efendi mi? Kasap Cemil efendiyi mi dedin?" diye sordu babama. Babam keyifli bir kahkaha atarak. "Tam da o Emine. Karısı öleli biraz oldu. Adam yeni bir yuva kurmanın niyetindeydi. Bana iki hafta önce Meryem'i sormuştu. Ben, hele düşünürüz dedim. Ama adam bir ton başlık parası döktü önüme. Artık düşünüleceği kalmadı" dedi. Annem, "Ne diyorsun Ali? Adam 30'lu yaşlarda. Bizim kızdan epeyce büyük. Meryem'i nasıl veririz o adama?" diye sordu.

     Babam hırsla yerinden kalktı. "Sen ne karışırsın cahil kadın! Ben öyle uygun gördüm. Ne varmış yaşında? Adamın işi gücü yerinde, efendi bir adam. Hem daha ne istiyorsun sen? Kızının bir eli yağda bir eli balda yaşayacak. Neyse boşver, sen ne anlarsın zaten. Senin aklın ermez bu işlere. Sen kalk da kızını hazırla. Şimdi gelir Cemil efendi" dedi.

     Hepimiz sofrada donup kalmış bir şekilde gözleri yaşlarla dolan anneme bakıyorduk. Ablamın gözlerinden inci misali yaşlar boşalırken anneme baktı ve kafasını iki yana salladı. Ama babama karşı gelmesinin bedeli büyük olmuştu. Onun için aynı şeye bir daha cesaret edemedi. Sadece kendisine söyleneni yaptı. Sesi çıkmasa da biz onun avaz avaz bağırdığı sessiz çığlığını dökülen göz yaşlarından anlıyorduk. Ama elimizden bir şey gelmiyordu.

     Yarım saat sonra Evimizin pas tutmuş demir kapısı çaldı. İçeriye; saçları seyrek, göbeği giydiği kirli kırmızı gömleğinden taşan, yüzünde bir karış sakalı olan bir adam girdi. Daha içeri girer girmez evi ağır bir et kokusu kaplamıştı. Adam eli kolu dolu bir şekilde elinde iki koca poşet etle girmişti eve. Üstelik o koku üzerine de sinmiş, bir temizlenme ihtiyacı bile duymadan gelmişti bizim evimize. Hani filmlerde olurdu ya evlenecek adam tertemiz, sakal tıraşı olmuş ve elinde bir buket çiçek ile çikolata yaptırıp gelirdi kızı istemeye. Benim gül gibi ablamı istemeye gelen Cemil efendi ise bu tablodan tamamen farklıydı. Sanki kız istemeye değil de alelade bir eşya almaya gelmişti bizim eve. Babam için ablamın bir eşyadan farkı yoktu zaten. Çünkü onu bir tomar başlık parası karşılığı evlendirecekti Cemil efendi ile.

     Adam içeri girdi ve evin tek kanepesine oturdu. Babam adama kimseye göstermediği hürmeti ediyordu. Belki bu yaşımıza kadar görmediğimiz nezakette konuşuyordu Cemil efendi ile. Ablam içeride eli titreye titreye cezveyi tutmaya çalışıyordu. Musluktan doldurduğu suya gözyaşı karışmıştı. Annem, ablamın elinden cezveyi kaptı ve kendisi koydu cezveyi ateşin üzerine. Sonra ablama sarıldı. Ağladı, ağladık... Ciğeri yana yana pişen kahveleri irmik helvası eşliğinde, Cemil efendi ile yanında gelen ablası Nuriye hanıma götürdü.

     Nuriye hanım çok geçimsiz bir kadındı. Bizim köyde kimse sevmezdi onu. İki koca boşamıştı bu geçimsizliği uğruna. Şimdi de kardeşi Cemil efendi ile oturuyorlardı aynı evde. Ablam bir de bu kadına katlanmak zorunda kalacaktı. Kadın, ablam içeri girer girmez ters bir bakışla süzdü onu. Sonra kahveye bakarak. "Kız Emine sen böyle mi yetiştirdin kızını? Bu nasıl kahve? Bulaşık suyu gibi" dedi yüzünü ekşiterek. Annem ağzını açtığı anda babam, "Daha ufaktır öğrenir Nuriye bacı. Artık aynı evdesiniz, sen onu yetiştirirsin" dedi. Nuriye hanımın keyfi yerine gelmişti. "He öyle olur. Ben onu yetiştiririm. Eti de kemiği de benim artık!" dedi keyifle tatlıdan bir çatal alırken.

     Annem sadece derin bir nefes alabilmişti. Cemil efendi biten kahvesini, tek ayağı kırık olduğu için sallanan sehpanın üzerine koydu. Eli ile sakalını sıyırdı ve konuşmaya başladı. "Evet Ali efendi, geliş nedenimiz malum. Kızın Meryem hanıma talibim. Eğer sen de tamam dersen yarın köy meydanında bir düğünle hemen gelin alayım Meryem'i. Bu işler beklemeyi sevmez. Hem beklemek için bir neden de yok ortada. Benim halim vaktim yerinde. Meryem'in başlık parasını da saydım eline. Çeyiz meyiz de istemem. Evimde eski hanımdan kalan herşey duruyor zaten. Hiç beklemeden yarın köy meydanında bir düğün edelim de bitsin bu iş. Zaten kız 18'inde. Nikah memuru da gelir kıyar nikahı" dedi.

    Babam keyifle helvasından son lokmasını alırken. "Ne demek Cemil damadım. Verdim gitti. Bugün sözü takalım yarın düğünü kurarız köy meydanında" dedi. El sıkıştılar ve anlaştılar. Sanki kız verir gibi değil de bir eşya alıyor gibiydiler. Ablamın parmağına ince altın bir yüzük taktılar ve Cemil efendi, "Hadi yarın düğünde görüşürüz" dedi ve Nuriye hanımla birlikte evden ayrıldılar.

     Düğün... Ne güzel bir kelime. Bembeyaz gelinliğin düğün meydanını bir çiçek misali süslediği, bir çiftin mutluluğunun herkese gösterildiği, insan hayatının tek ve en özel günüydü düğün. Bizim için ise bir kefen töreniydi. Ablam okulundan koparılmış, babam tarafından korkutularak hiç de hak etmediği bir adama gelin veriliyordu. Babama göre ne vardı ki? Adamın hali vakti yerindeydi. Sofradan bir tabak eksilecek, aldığı başlık parası da yanına kar kalacaktı. Ablamı o evde nasıl bir akıbet bekleycek umrunda bile değildi.

     Ama annem... Gece sabah olana dek o kadar ağlamıştı ki konu komşu düğün günü, "Emine gözlerine ne oldu?" diye sormuşlardı. Annem toz kaçtığını söylüyor, kan kusup, kızılcık şerbeti içiyordu. Cemil efendi ve Nuriye hanım davul zurna sesleri eşliğinde ablamı almak için kapımızın eşiğine geldiler. Ablama dün getirmiş oldukları gelinliği giydirdik ve bohçasını eline vererek, Cemil efendinin gelini olmak üzere onlara teslim ettik.

     Köy meydanında bir nikah kıyıldı. Yok hayır... Kıyılan nikah değildi. Babam ve Cemil efendi bir kızın hayatına kıymışlardı.Ağladık... Çok ağladık... Çaresizce ağladık. Hani bir şeyi, hiç yapmak istemezsin de elinden başka bir şey gelmez ya... Hani çok hasta olursun ilaç acıdır ama içmek zorundasındır ya... Hani... Hani... Neyse daha fazla anlatamayacağım. Tek söyleyebileceğim bizim evden mutsuz bir gelin çıktığıydı. Ablam, çıkarken anneme eğilmiş, yaşaran gözleri ile sessiz bir yardım çığlığı atarcasına kısık, ama duymak isteyene de bir o kadar gür sesi ile "Kurtar beni anne" demişti. Bu üç kelime o anda annemin olduğu yere bayılmasına neden olmuştu. Bu durum Cemil efendi ve Nuriye hanımın umurunda bile olmamış, Ablamın, "Anne ne oldu? Aç gözlerini" sözlerini duymazdan gelerek apar topar ablamı alarak arabaya bindirmişlerdi. Ablam artık yoktu. En zor günümüz bugün diye düşünmüştüm o anda. Daha zorundan habersiz gözyaşları dökerken...

YELDAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin