Gökyüzü, yeni doğan günü büyük sancılarla doğuruyordu sanki koca bir bilinmezliğe uyandığım bu sabahta. Gün aymış mıydı, yoksa bir daha doğmamak üzere yeniden mi batıyordu derin maviliğin koynuna? Ne bileyim... Aslında diğer günlerimize nazaran çok güzel bir gün geçirmiştim o gün. Evde normalde hiç duymadığımız bir koku ile uyanmıştık o sabaha. Sıcak ekmek kokusu kaplamıştı kerpiçten evimizin boyası kavlamış duvarlarını. Dedim ya normalde babam, çoğu babanın yaptığı gibi sabahları fırına gidip sıcak ekmek almazdı bize. Genelde annem, sacı yakar elinde hamuru açar ve ekmek pişirirdi kahvaltı için.
Ama dedim ya, bu sabah bir başkaydı. Babam sıcak pideyi almış heyecanla girmişti evin içine. Heves dolu sesi ile, "Hadi Emine, hadi koy yumurtayı tabağa da soğumasın ekmek" diye telaşla söyleniyordu evin girişinden. Saat çok erkendi. Hepimiz hala, döşeklerimizin üzerine serilen sıcak yorganımızın içindeydik. Ben bunun bir rüya olduğuna inanıyordum. Gözümün biri açılmış, doğmaya çalışan günü izlerken diğeri hala bunun bir rüya olduğunu iddia ediyor ve uyumakta ısrar ediyordu.
Annem, "Hadi çocuklar kalkın" diye seslendi bize. O anda bunun bir rüya olmadığını anladım ve hızla yerimden kalktım. Kardeşlerim de benimle beraber apar topar görmekte oldukları rüyalarını bırakarak yeni başlayan güne uyandılar. Panikle yatağımızı topladık. Pencereleri açtık, Sonra banyoya giderek elimizi yüzümüzü yıkadık. Üstümüzü giydik ve salona geri döndük.
Salondan içeri girerken, geç uyandığımız her sabah olduğu gibi bir yığın azar duymayı bekliyorduk. Çünkü normalde babam, kendisi uyandıktan sonra salonda kimseyi yatar şekilde istemezdi. Ama bu sabah çok erken uyanmıştı. Duyacağımız azarın korkusu ile yavaşça salona girdik ayak uçlarımızda yürüyerek. Babam bize bakar bakmaz gülümsedi ve ince belli bardağından bir yudum daha çay içerken, "Hadi çocuklar, oturun sofraya" dedi.
Hepimiz annemin yerde kurduğu sofraya oturduk. Şaşkındık. Hele Kadir; sofradaki balları, çeşit çeşit peynirleri görünce gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Hangisini yiyeceğini bilmiyor, merakla hepsine çatalını uzatıyordu. Annem ise sadece çay içiyordu. Genelde annemin bir yanında Kadir, bir yanında da ablam otururdu. Annem, Kadir'e gülümseyerek baktıktan sonra diğer tarafına baktı. Ama ablam orada yoktu. Gözleri doldu, onu özlediğini, merak ettiğini anlıyordum. Ama elimden bir şey gelmiyordu.
Sonra tam karşısında bulunan benle göz göze geldi ve bir damla yaş düştü içmekte olduğu sıcak çaya. Filiz, tam yanımda oturuyordu. Ona yemek yedirmek için sarıldım. Tıpkı bir bebek gibiydi bizim için. Zayıf, savunmasız, muhtaç... Ama bu sabah hepimiz, yani ablam hariç hepimiz güzel bir kahvaltı yapmıştık. Ben elime aldığım ekmeği beynimden geçen ihtimallerin ürpertisi ile atıyordum ağzıma. Babam acaba beni kiminle evlendirecekti? Gerçi onun için kim olduğunun bir önemi yoktu. Önemli olan evlenecek adamın bana iyi davranması değil, cüzdanında ne kadar başlık parası taşıdığıydı. Ama en azından bir sene sonra evlenecektim. Ablamın apar topar evlendiğini düşünürsek en azından ona göre biraz şanslıydım.
Ama ya bu süreçte Filiz'e bir şey olursa diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Belki de hastalığının ilerlemesi nedeni ile daha da bağlanmıştım ona. Ya da ablamın boşluğunu onunla doldurmak istiyordum belki. Sebebi ne olursa olsun Filiz'i kurtarmak için bir umut ışığı yanmıştı önümde. Nereye gideceği belli olmayan karanlık bir yol olsa da yürüdüğüm yol, yine de ucunda bir umut ışığı vardı.
Belki hayatımda şimdiye kadar yaşadığım en güzel gün bu gündü. Kavgasız, tasasız bir sabah ve ona eşlik eden güzel bir sofra. Ama bu en güzel gün bile eksikti. Hayatımın en güzel günü sayacağım bu günde ablam yoktu. Bir daha ne zaman göreceğimi bilmediğim; uzak, çok uzak bir yerdeydi artık ablacığım.
Biten kahvaltı sofrasını topladık. Annem elini bulaşıklara sürecekken onun ellerini tuttum. "Bırak anne ben yıkayayım" dedim. Annem bir bana, bir de dağ gibi biriken bulaşıklara baktı ve "Nasıl yıkayacaksın kızım bu kadar bulaşığı? Kıyamam ben sana annem" dedi. Ben, "Yıkarım anne, yıkamak zorunda olacağım günler yakın. Onun için şimdi bırak da hazırlanayım beni bekleyen karanlık geleceğe" dedim.
Annem başını eğdi ve kenara çekildi. "Ben Filiz'e bakayım o zaman" dedi ve içeri girdi. Onun da bu durumdan mutsuz olduğunu biliyordum. Ama çaresizlik... Ah çaresizlik ne hale getiriyordu insanı. Canının bir parçasını korumak için öbür parçasını ateşe atmak zorunda kalıyordu insan. Bu hikayede ateşe atılan ben oluyordum. Hem de cayır cayır yanmak üzere...
Bulaşıkları yıkadıktan sonra babamın isteği üzerine bir fincan kahve yapmak için tüpün başına geçtim. Ateşi açtım ve cezveyi üzerine koyarak kahveyi kaynattım. İçeriye getirdim ve babama ikram ettim. Normalde babamdan çok korkardım. Aslında şöyle bir düşününce, babam benim ve kardeşlerimin kalbine sadece korku ekmişti. Ona karşı içimde yeşeren başka hiçbir duygu olmamıştı. Korku... Sadece korkuyordum ondan.
Ancak bu son iki günde babam çok değişmişti. Hele benim evlenmeye ses çıkarmadığımı görünce daha da keyifleniyor, deyim yerindeyse mutluluktan uçuyordu. Kahvesini içtikten sonra anneme, "Hadi Emine, ben Tahir efendinin yanına, çiftliğin oraya gidiyorum. Akşam gelirler Yelda'yı görmeye. Oğlan yarın şehre geri dönecekmiş. Askere gidecekmiş.Söz yüzüğünü de takıp öyle gidecekler. Sen akşam için hazırlıkları tamam et" dedi ve yeni arabasının anahtarını sallaya sallaya kapıdan dışarı çıktı.
O gidince annem, Filiz'in yanına oturdu ve onun altın sarısı saçlarını okşarken, "Hadi Filiz'im, gel senin saçlarını yıkayalım. İyi gelir banyo yapmak" dedi ve onu elinden tutarak banyoya götürdü. Gözüm, yerdeki minderde uyuyakalan Kadir'e ilişti. Kısa siyah saçları terlemiş, tombul yanakları kıpkırmızı olmuştu. Onu kucağıma aldım ve annemlerin odasına doğru götürerek yatağa yatırdım.
Arkamı döndüğümde, aynadaki aksimle karşılaştım. Şöyle bir baktım boy aynasından kendime. Uzun siyah saçlarım,bir arının değişik çiçeklerden topladığı çiçek özünü sığdırdığı bal peteği gibi sarıya çalan kehribar gözlerim vardı. İnce, uzun ve beyaz tenli bir kızdım. Güzel miyim acaba diye düşündüm aynaya bakarken, ben sevilmeye değer miyim acaba diye geçti beynimin koridorlarından ansızın.
Ama bu sorunun cevabı olumsuzdu. Herhalde hep korku ile beslenince insan, kendini sevemiyordu bir türlü. Evet işte kilit cümle buydu, sevemiyordum kendimi. Aslında biliyor musunuz ben gerçekte neydim? Ben; geleceğe dair hayallerinden kopmak zorunda kalmış, umutları yolun yarısında acımasız hayat tarafından acı bir kahkaha ile elinden alınmış, çaresiz, aciz, başında çınarı olmayan, çölde yetişmeye çalışan yapayalnız bir ot parçasıydım.
Başımda çınar sayabileceğim bir babam yoktu. Annem hariç kol kanat geren kimsem yoktu. Beni bekleyen hayatın belirsizliği hem korkutuyor hem de kendimi daha değersiz hissettiriyordu bana. Akşam kim olduğunu bile bilmediğim bir adamla sözlenmek zorunda kalacaktım. Aynaya baktım, bakıştım aynadaki aksimle. Önce ben sustum. Sonra o sustu. Ve biz... Biz susturulduk...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YELDA
Romance(Hikayede yazılanlar tamamen hayal ürünüdür. Romantizm Günleri 2024 yarışması için yazılmaktadır.)Hikayeyi anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum. Çünkü neresinden başlasam karanlık... Hem de uzun bir karanlık... En iyisi karanlığın en başından başla...