"Ölüm o kadar güç değildir, unutulmak yamandır."
-Hüseyin Nihal Atsız, Deli Kurt-
೩
27 Aralık 2014 – Ankara
"Değişmez tek bir şey var insan için: Ölüm." diyor Yusuf Atılgan.
Her canlı için kaçınılmaz ancak özellikle insan için oldukça farkındalık yaratan tek gerçek. Kimisi için bir rüya, kimisi için bir kâbus... Dünyadaki kaderin sonu ve asıl kaderin başlangıcı olan mutlak gerçeklik, ölüm.
Ölümle ilk tanışmam, henüz ilkokula bile başlamamış ufak benliğimin en derinlerinde saklı bir anıydı. O dönemlere ait beni yaralayan tozlu birkaç hatıra arasında en belirgin olandı. Hakkari'ye yeni taşınmıştık. Babam yeni görevlendirilmiş, bizi ise annemin ısrarları sonucu ilk defa Ankara'dan peşine sürüklemişti.
Hakkâri, bana o zamana kadar geçirdiğim en soğuk kışı yaşattığı için annem hastalanmamı istemediğinden beni pek dışarıya salmazdı. Genelde kar yağar, dışarıdaki sert rüzgâr uğultulu bir şekilde camları zorlardı. Vaktimin çoğunu pencere önündeki mutfak masasında, dedemin imkân buldukça Ankara'dan bana gönderdiği boyama kitapları ve resimli kitaplarla geçirirdim.
Yine bir gün oturmuş boyama kitabını karalarken gözüm camdan dışarıya kaydı, siteye giren bir ambulans ve onun peşi sıra giren siyah bir araca dikkat kesildim. Elimdeki kalemi merakla bırakarak oturduğum sandalyede ayağa kalktım, pencere kenarındaki mermere oturdum ve bakış açımın izin verdiği kadar gelenleri seyretmeye başladım. Siyah aracın içerisinde tıpkı dedem ve babam gibi koyu yeşil üniformaları içerisinde üç tane orta yaşlı adam indi. Kaşları çatıktı ancak gözlerinde görebildiğim net bir hüzünle başlarındaki şapkalarını düzelttiler. Arkalarında genç bir asker kollarında üçgen şekli verilmiş kırmızı bir kumaşla peşlerinden ilerlemiş ve hepsi yandaki binaya girmişti.
Çok geçmemişti, belki beş belki on dakika sonra ben boyama kitabıma geri dönmüş bütün dikkatimle boyama yapıyordum ki bütün siteyi inleten çığlık sesiyle, korkudan resmen olduğum yerde sıçramıştım. O anki korkumu çok net hatırlıyordum. Ne olduğunu anlayamamıştım. Annem içeriden koşup yanıma gelmiş ve bana bir şey olup olmadığını kontrol etmişti. Sanırım çığlığın bana ait olduğunu zannetmişti o da anlık olarak.
"Birine bir şey mi oldu anne?" dediğimi hatırlıyordum. Saçımı okşayışını, sessiz kalışını ve pencere kenarına yanaşarak endişeyle dışarıya bakışını...
O zamana kadar hayatın bütün gerçekliklerden uzak yetişmiş çocuk ben, o gün ilk defa hayatın en büyük gerçeğiyle, ölümle tanışıyordum. Ölüm, hayatımın en soğuk kışında zihnimin en derinliklerine kadar nüfus etmişti artık ve hayatımın geri kalanında da kendisini sık sık belli etmeye kararlı olmuştu.
Lojmandan arkadaşlarımın babalarını uğurlamıştık sonsuzluğa. Yaşım ilerledikçe ve artık soyutlukları kavrayabilme yeteneği kazanırken o uçsuz bucaksız sonsuzluk yürüyüşünü, ölümü oldukça merak ediyordum. Bu yoldan bir daha geri dönüş olmadığını biliyordum, anlıyordum. Eşler ve çocuklar, anneler ve babalar kucaklarında bir çerçeve, göğüslerinde iğnelenmiş bir resimle belki de şehidi son bir defa bile göremeden al bayraklı tabutta uğurluyorlardı. Çocuklar babalarına ait kepleri ve montları giyiyor, farkında olmayarak içlerinde yok oldukları kıyafetlerin sahibi babalarına sarılıyorlar; anneler, eşler ağlamaktan gözlerinde bir damla yaş kalmamış halde kucaklarındaki çerçeveyi seviyor, öpüyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kandeli
RomanceSadece iki okul arasını değil iki kalbin kaderini de birleştirmiş olan bir patika... Yaşanabilecek korkunç senaryolardan korkup çareyi ayrılmakta bulmuş genç bir kadın... Bu ayrılıktan sonra kendini sadece vatanına adayan genç bir adam... Her şeyi t...