13. BÖLÜM

118 8 0
                                    

Alay ve şefkat. Bu iki zıt terim birbirleriyle harmanlaşıp dost olabilir miydi? Nasıl yakışabilirlerdi birbirlerine bu kadar? Duyguların bu kadar somutlaşması mümkün müydü? En fazla ne kadar gerçekçi olabilirlerdi ki?

Gözler ne kadar gerçekçi olabilirdi? Ne kadar duygu bulundurabilirdi aynı anda? Gözleri duygu yüklüydü. Kaçınılmaz gerçek karşımdaydı. Alay, bir iki hafta öncesine göre artıklarıyla karşımdaydı. Şefkat, bir yabancının gözünden ne kadar da farklı görünüyordu öyle. Korkutucu bir şekilde iyi hissettiriyordu.

Güzeldi. Belki de en çok bundan korkmalıydım. Onu ne kadar zamandır tanıyordum ki? Bu kadar yakın olmamalıydım ona. Bu kadar güvenmemeliydim gözlerine. Hayat belki de birine güvenmek için çok kısaydı.

Değmezdi belki de. Ne zamanı harcamaya ne de kendimizi yıpratmaya...

Uzak dur! Ah, gözleri çok güzeldi. Olabildiğince konuşma! Çekimine kapılmıştım sanki. Onu deliye çevir! Kızların az önceki tavsiyeleri kulaklarımı doldururken o duygulu gözlerden zorlukla biraz da hışımla çektim gözlerimi. Ayaklarım beynimin talimatıyla ondan beni uzaklaştırken zaferle gülümsedim. Bir yandan da düşünceler beynimi karıştırıyordu. Arkamda şaşkınlıkla donup kalmış ve hiçbir şeye anlam verememiş bir beden bıraktığım aklıma gelince dudaklarımda yine gülümseme kırıntıları beliriverdi. Hiç vakit kaybetmeden eşyaların yanına gittim ve elime plastik bardaklardan birini aldım. Bardağa suyu doldururken aklımdaki sinsi düşünce dudaklarıma da yansıyordu.

Elimdeki bardağı belli etmeden Baran ve Barış'ın yanına gittim. Beni gördüklerinde ikisi de sırıtmaya başlamışlardı.

"Vay soslu güzelimiz de gelmiş." Dudakları alayla kıvrılırken düşüncelerim onlara meydan okuyordu. Beynimdeki çarklar sinsice dönüyor, birazdan olacaklar için bıyık altından gülüyorlardı.

Dudaklarımı büzüp onlara yaklaştım. Attığım her adım beni daha da heyecanlandırıyordu. "Ama ben size ıslak çirkinler diyor muyum?" Ne olduğuna anlam vermeden birbirlerine baktıkları anda arkamda tuttuğum suyu ikisinin kafasından aşağı boşaltıp koşmaya başladım.

Ciğerlerim bir nefeslik oksijen için çırpınırken kalbim ani adrenalinle sarsılıyordu. Yine de iyi yapmıştım. Yani umarım. Sonuçta ilk önce onlar başlatmışlardı. Dakikalarca arkama bakmadan koştum.

Ayaklarım artık beni taşıyamaz duruma gelince nefes nefese durmak zorunda kaldım. Ciğerlerim nefes için çırpınıyordu. Birkaç saniye derin soluklar alıp verdikten sonra aklıma yeni gelmişçesine etrafıma baktım. Ne kadar koştuğumu bilmiyordum ama piknik alanından oldukça uzaklaştığım barizdi. Etraf ıssız ve ormanlıktı. Her yer ağaçlık olduğundan yön duygumu kaybetmiştim. Ben nereye gelmiştim böyle?

Korku bedenime yayılmaya başlamıştı. Hayvan sesleri ıssız ortamda insanın tenini ürpertiyor, korku filmlerini andırıyordu. Aklıma telefonum gelince içimdeki korkuyu bastırmak istercesine umutla cebimden telefonumu çıkardım. Ancak umut herzamanki gibi yine sırtını dönmüştü bana. Zaten bu ıssız ormanda telefonun çekebileceğini düşünmek de ayrı bir ironiydi.

Sesler çoğaldıkça panik tüm hücrelerime yayılıyordu. Korkuyordum. Yalnızlık hissi, yabancıydı; belki de hiç tatmadığımdandı. Acıtıyordu; ruhumun bağışıklık kazanmadığı ender duygulardan biriydi. Sessizliği andırıyordu. Bu korkutucu seslerin arasında sessizliğe gömülmüştüm. Yalnızlık beni sessizliğine gömüyordu. Gözyaşlarım davetkar bir edayla gözpınarlarımın kapısına dayanmıştı. Ve beklenen olmuştu sonunda; gözyaşlarım sessizlik kokan yalnızlığımda usul usul canımı yakmadan süzülüyordu. Belki de bu zamana kadar beni yalnız bırakmayan en saf bir o kadar da en yaşlı misafirlerdi gözyaşlarım. Çok şeye şahit olmuş, yıpranmışlardı zamanla. Ama beni hiç yalnız bırakmamışlardı. En mutlu günümde de en acı günümde de beni anlayan, yanımdan ayrılmayan kutsal emanetlerdi onlar.

ASMİNHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin