1. Bölüm

122 9 2
                                    

Yaşlı tarihçi arkadaşına ulaştı, ancak, daha anlatacaklarını tamamlayamadan yer sarsıldı, deniz titredi. Olası Marmara Depreminin sonunda gerçekleşmekte olduğunu sanan birkaç düzine insan, canlarını kurtarmak umuduyla kendilerini camdan aşağı bıraktılar ve canlarından oldular. Birkaç düzinesi de kalp krizi geçirdi. Müteahhidin malzemeden çaldığı birkaç çürük bina yıkıldı.

Sarsıntı sona erdiğinde her şey susmuştu. Bu, hayra alamet bir sessizlik değildi. Hemen herkes ve hemen her şey bundan ölümüne korkmalarına rağmen sanki huşu içinde bir şeyin gelmesini bekliyordu.

Ardından Boğaz fokurdamaya başladı. Yeraltından gelen boğuk sesler eşliğinde Kız Kulesi yükseldi. Yükseldikçe paslanmaz çelikten devasa bir saray ortaya çıktı. İnsanlar ilk başta ne olduğunu anlayamadılar. Sadece nefeslerini tutmuş bu olağanüstü manzarayı seyrediyorlardı.

Güneş batarken sarayın yükselişi durdu. Kuleleri, burçları ve eski Bizans'ı kıskandıracak surlarıyla görkemli bir yapıydı. İlk bakışta piramitler gibi, bu insan eseri olamaz, dedirtiyordu. Siyaha çalan koyu renk metal, güneşin kızıldan mora dönen son ışıklarında parlıyordu. Düz duvarları ve parmaklıklı pencereleriyle hapishaneye benziyordu. Havasındaki neredeyse elle tutulur derecede yoğun olan tekinsizlik, kilometrelerce öteden bile hissedilebiliyordu.

Güneş tepelerin ardında kaybolup İstanbul alaca bir karanlığa gömüldüğü sırada insan sesi olmayan sağır edici bir haykırış kulakları doldurdu. Aslında sesten çok beyne saplanan cam kırıkları gibiydi ve öyle acıtıyordu.

İnsanlar elleriyle kulaklarını kapatıp anne karnına dönmeyi istiyormuşçasına cenin pozisyonunda acıyla büzüştüler. Sanırım insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman o kadar acınası görünmemişti. Ve hiçbir zaman bu kadar merhamet yoksunu bir adamın insafına kalmamıştı.

Hava daha fazla kararmadı. Sürekli bir alacakaranlık hali devam etti. Dünya uzun bir süre güneşe hasret kalacaktı.

Haykırış yerini sessizliğe bırakıp insanlar kafalarını kaldırma cesareti gösterdiklerinde sesin kaynağını gördüler. Sarayın en yüksek kulesine iki metre boylarında bir kartal zincirlenmişti. Altın rengi tüyleri ve biri doğuya biri batıya bakan iki başı vardı. Zavallı yaratığın kanatlarının olması gereken yerden kırılmış kemikler sarkıyordu. Kartalın özgürlüğü elinden alınmış, eski kudretinin gölgesi bile kalmamıştı.

Ertesi sabah güneş doğmadı. Onun yerine kızıl ışıklar saçan bir küre yükseldi ve gökyüzünde asılı kaldı.

İnsanlar ruhlarının en gizli köşelerinde hissettikleri korku yüzünden saraya yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Devletin herhangi bir önlem almasına gerek yoktu. Haberciler bile kendilerince güvenli bir mesafeden yapıyorlardı yayınlarını.

İnsanların beklenmedik durumlara uyum sağlama potansiyeli, canı sıkıldıkça DNAsını sil baştan değiştiren grip virüsünden bile fazladır. İstanbullular Boğazda kara bir sarayın olmasına alıştılar ve olabildiğince günlük hayatlarına döndüler. Bu, dünyanın geri kalanı için çok daha kolay oldu.

Ancak, bir hafta boyunca güneşin yüzü görünmeyince herkes endişelenmeye başladı. Güneş olmazsa bitkiler ölürdü. Bitkiler olmazsa önce hayvanlar, sonra ne kadar çalışsalar da bütün insanlar ölürdü. Kısacası güneş yaşam demekti.

Durum görmezden gelinemeyecek kadar ciddiyken tarih profesörünün, hükümeti yönlendirecek tavsiyelerde bulunması sevinçle karşılandı. Hala umut vardı. Sadece, güneşe tekrar kavuşabilmek için demirden sarayındaki canavarın yok edilmesi gerekiyordu. Tabi söylemesi kolaydı.

Füzeleri, tankları, F-16'larıyla ordu tüm güç saldırıya geçti. Günün sonunda komutanlar, beklediklerinden çok daha kolay bir galibiyet elde edeceklerini düşünmeye başladılar. Çünkü herhangi bir savunmayla karşılaşmamışlardı. Sanki bu ürkütücü yapı, geçmişten kalan bir mezardı yalnızca. Çok geçmeden fena halde yanıldıklarını anlayacaklardı.

Canavarın sarayı Üsküdar'dan karaya bağlanıyordu. Üç tankın yan yana rahatça ilerleyebileceği genişlikte toprak renkli taşların döşeli olduğu yolun sonunda on metre uzunluğunda, beş metre genişliğinde demir şeritlerle desteklenmiş ahşap bir kapı vardı. Çeşitli hayvan ve bitkilerin oymalarıyla süslenmişti. Oymalar o kadar ustaca işlenmişti ki canlılarmış da her an hareket edebilirlermiş gibi duruyordu.

Öndeki tanklar taş döşeli yola çıkar çıkmaz askerlerin üzerlerinden kanlarını donduran bir ürperti dalgası geçti. Artık bildikleri dünyada değillerdi, sınırı aşmışlardı.

İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu bilinmeyen karşısındaki korkudur. Neyle karşılaşacaklarından bir türlü emin olamayan askerlerin kendilerine olan güvenleri buharlaşıp uçmuş, cesaretlerinin kırıntısı bile kalmamıştı. Kalpleri göğüs kafeslerini parçalarcasına atıyordu. Bunaltıcı sıcağa rağmen titriyorlardı.

Oymalı kapıya yaklaşık on metre kala, bir anda denizden iki devasa şekil fırladı. Kimse ne olduğunu anlayamadan saniyeler içinde on yedi tank paramparça olmuştu.

Bu, ıslak ve sıçrattıkları sularla yağmur etkisi yaratan yaratıklar, ancak Hollywood filmlerinde görebileceğiniz ejdere benzeyen iki devasa yılandı. Gümüşi renkliydiler. Sırtlarında timsahların pulları gibi parlak yeşil çıkıntılar vardı. Bakır rengi gözleri bir basketbol topundan daha büyüktü. Vücutlarının ne kadarı suyun altındaydı belli olmuyordu. Boyları yüzlerce metre uzunluğunda olmalıydı.
Yaratıkların biri kapının sol yanında diğeri sağ yanında duruyordu. Askerlerin muhtemelen küçük dillerini yuttukları tarafa dönerek kürek gibi yassı olan ağızlarını açtılar. Herkes masallardaki gibi ateş püskürtmelerini beklerken yalnızca zor duyulan bir sesle tısladılar. Sanki haklı bir kendini beğenmişlikle, geçin geçebiliyorsanız, diyorlardı. Bir nevi havlayamayan, bu nedenle çok daha tehlikeli olan bekçi köpekleri gibiydiler.

Yapılan tüm hücumları büyük kolaylıkla karşıladılar. Savaş gemilerini batırdılar. Olağanüstü sağlamlıktaki çeneleriyle uçakları ve tankları parçaladılar. Güdümlü füzeleri afiyetle tek lokmada yuttular. Oradan buradan, dünyanın öbür ucundaki ordulardan yardım geldi. Ama hiçbiri bu iki canavar yılan karşısında tutunamadı. Nükleer bir felaketten kurtulabilecek tek canlı olan hamamböceklerinin dayanıklılığına sahiptiler. Belki daha bile fazlasına.

Dünya liderleri bir araya gelerek oy birliğiyle karar aldılar. Atom bombası şarttı, sonuçta bütün insanlığın kaderi söz konusuydu. İstanbul'a, sarayın üzerine bilmem kaç kilotonluk atom bombası atıldı. Birkaç saat sonra garanti olsun diye bir tane daha atıldı.

Ölümcül zerrecikler yüklü toz bulutu dağıldıktan sonra ortaya çıkan manzara kahrediciydi. Dünyanın en güzel şehri insan eliyle yeryüzünden silinmişken kara saray tek bir çizik bile almamıştı. Tabi bekçiler de yerlerindeydiler.

Sonraki gün, yerküre üzerindeki tüm nükleer tesisler çeşitli sebeplerle kullanılmaz hale gelmiş, tüm nükleer silahlar infilak etmişti. Bu, bana yapılana misliyle karşılık veririm, ayağınızı denk alın, mesajıydı. İnsanlık çaresizlik kuyusunun dibine ulaşmıştı.

Kurt MasalıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin