Hayat, siyah entarisinin uçları yerlere değen öfke nöbetlerinin yavrularını taşıyan cepler dikmişti kalbimin her bir kapakcığına...
Ve ben o an anlamıştım ki, öfke onun simsiyah Gözlerinde kanat çırpan güzel bir ruhtu...
Baktıkça kaybolduğum siyahlar o ruhu en derinlerde taşımış ve üzerini yine siyah bir tülbentle örtmüştü.
Geriye ise korkunç bir suret bırakıyordu uzun ve biçimli parmaklarının ardında...
Beş parmağımın izi koyu bir kırmızıda buluşmuş, yeni yeni bitmeye başlayan sakallarının siyahına karışmıştı.
Ben ise bu güzel tablonun büyüsüne kapılmış basit bir aptaldım. Çünkü o şey olacaktı...
Beni kendince ağır bir cezaya sürecek yine kendince hesaplaşmış olacaktı.
O intikamını gözlerine yazan adamdı...
Onun gözleri anlatırdı öfkesinin rengini...
Adımın aksine Eylemsizlik bir ağ gibi sarıyordu vücudumu baştan aşağı.
Bu süre zarfında O'da beni izliyordu. Belki bir dakika, belki iki...
Sokağın ortasında bir aptalı oynayıp donuk bakışlar fırlatmak tam bana göreydi. Fakat buna karşılık vermek O'ndan beklenmeyecek bir tepkiydi. Ve beklenmeyeni yaparak değerli dakikalarını benim donuk gözlerimde harcamıştı. Sessizce yutkundum. Ve buradan kaçmak için ufak bir hesap yaptım beynimin derinliklerinde. Rüzgar olmadığı kadar sert esiyordu sanki, sanki rüzgar bileklerimi kavramıştı sımsıkı. Belkide Sina'nın parmaklarının soğukluğu işlemişti tenime...
"Sen..." Dedi gözlerini gözlerime sabitleyerek. "Sen benim O'na ulaşabilmem için tek biletimsin. "
Ruhumu aldım parmaklarımın arasına, kırılan yerlerinden bir bir yapıştırdım tekrar... O kırıldı, ben yapıştırdım.
Ben kırıldım, o yapıştırdı. Fakat ya ikimizde kırılırsak? O zaman kim elini taşın altına koyacaktı? Oysa bizim bir birbirimizden başka dostumuz olmadığını uğuldamıştı her gelen siyah...
Peki ya sen siyah? Sen tek bir cümlenle kırıkları yerlere saçılmış ruhumun üzerinden bir buldozer gibi geçerken, benliğimi tek bir kelimenle ayakların altına almışken... Yapıştırıcımı kim tutacaktı?
"Sen, beni O'na götüreceksin... Değil mi? "
Bileklerimden yavaşça parmaklarıma süzülen kocaman elleri vardı... Sonra aynı eller soğuktan kızaran parmaklarımı tuttu sıkıca.
"Gel benimle." Dedim sıkıca tuttuğu elini sıkarak.
Nerede olduğumuzu, ne konuştuğumuzu unutturmuştu bana hayatımda attığım ilk tokat... Hedefinden yansıyıp ruhuma çarpan tokat...
Ama rüzgârı takip ettim bende. Onun kuyruğunu tuttum bir elimle ve sokağın ortasındaki meraklı bakışları iterek koştum. Bir elimde Sina, diğer elimde parmaklarıma dolanan rüzgar...
Koştuk. Bembeyaz duvarların düşünceler ile biçimlenip sprey boyayla can bulduğu sessiz sokakların aralarından, güneşin ugramadığı ara sokaklara girdik. Belki bir taksi ümidiyle yanan Ciğerlerimin çürüyeceğini bilsemde koşacak, bir yavruyu annesine kavuşturmanın hazzını yaşatacaktım. Belki hiç sahip olamadığım anneme benzetmiştim Gül'ü. Belki gönlü dünyalarlardan geniş dedem, babamın yapmadığını yapmıştı bana... Ama işte O buradaydı. Sina gerçeği ile bu ailenin sahiplendiği evcil bir hayvan bile olamayacağımı anlıyordum Koştukça... Koştukça bu mutlu ailenin mutluluğunu yerle bir ettiğimi anlıyordum. Koştukça bir çıkmazın içinde duran benliğimi zedelediğimi hissediyordum...
Önümüzden yavaşça geçen bir taksiyi ufak bir hareketle durdurdu Sina. Sonra benim için arka kapılardan birini açtı. Fakat kendisi ön koltuğa geçip kapıyı kapatmıştı bile.
Taksiye binip kafamı cama yasladım bende. Ne çok olay yaşamıştım bugün. Bugün ne sahnelere baş rolde eşlik etmişti bitik bedenim.
Dayanabilecekmiydi hissizleşen ruhum bugünün komasına? Çıkabilecekmiydik yarının düzenbaz
oyunlarına?
Kafamda meçhul sorular, içimde Mozart'ın kalabalık bir resitali...
Tekerleklerden çıkan sesin kulak zarlarımı titretmesi sonucu dağılmıştı kafam. Ve sonra dağılan kafam cama çarpmıştı ani bir fren sonucu.
"Ulan ne biçim sürüyorsun lan? Nereden aldın ehliyeti sen?"
Sina'nın tepkisiyle kafamı camdan çekip ön tarafa doğru baktım. Burnundan dumanlar çıkmak deyimi şu anki Sina için biçilmiş kaftandı.
Ve hiç utanmadan babası yaşındaki klasik bir Türk erkeğini azarlıyordu. Saygı kavramından nasip almadığını görmek ne üzücüydü.
"Ne suçum var benim oğlum. Bak şerefsizin teki ne yapıyor önümüzde!"
Onların ağır erkek konuşmaları için algı yeteneğini yitiren beynim arayı yatıştırmak adına hiçbir komut vermemişti.
Birkaç saniye izleyip kafamı yasladım cama tekrar. Edilen küfürler ve hakaretlerin arasında teslim ettim kendimi uykunun kollarına.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AZRAİL GELENE KADAR
Teen Fiction"Bizler mi? Bizler ölümü dört gözle bekleyen fakat haketmeyen, toprakla karışmak için can atacak bir canı bile olmamış Çürük bedenleriz. Sadece ruhlarımız güzeldir bizim. .."