3. BÖLÜM FAL
Yalnızlık nedir bilir misiniz? Bence yalnızlık etrafınızda ne kadar çok insan olursa olsun sizi anlayan, sizi tamamlayan ya da sizin güvenebileceğiniz biri olmadığında hissettiğiniz o acımasız ve bizi içten içe yok eden, parçalayan o duygudur.
Bazıları için yalnızlık sevgilileri olmadığında hissedildiğini sandıkları bir duygudur. Ama bence onların hissettiği yalnızlık değil sevgisizliktir çünkü etraflarında her zaman onları anlayan, onları tamamlayan insanlar vardır. Benim için ise yalnızlık, biricik ikizim Dünya'yı yurt dışına gönderdiğimizde başlayan bir duyguydu. Üstelik sadece başlamakla kalmamış her seferinde ona ihtiyaç duyduğumda bir çığ gibi artmaya devam etmişti. Bunun sebebi ise şu hayatta beni anlayan, destekleyen tek kişinin o olmasıydı. Şu an hissettiğim yalnızlık Nirvana'daydı. Çünkü artık aileme de güvenemezdim, onlar da beni anlayamazlardı. O adamlarla gidip nasıl anlaşmaya varmışlardı. Onlara nasıl güvenebilirlerdi ki.
Bir süre daha babamın o adamla konuşmasını dinledikten sonra yavaşça odama gittim. Ne yapacaktım ben şimdi. Eğer sürekli bir şeyler göreceksem bunu aileme veya diğer insanlara nasıl belli ettirmeden yaşayabilecektim. Başkaları kesin beni deli sanacaktı. Acaba her seferinde insanların öldüğünü mü görecektim? Bu garip yetenekle hayatımın sonuna kadar nasıl yaşayacaktım acaba. İnsanlar kesin benim bir ucube olduğumu düşüneceklerdi.
Bunları düşünürken gözlerimde biriken ve akmak için birbirleri ile yarışan damlalar yavaş yavaş yüzümde süzülmeye başladı. Artık onlar bile beni terk ediyorlardı. Sanki her şey benden uzaklaşmaya başlamıştı. Yatağıma doğru bakarken yastığımın üstünde duran peluş köpeğim Rıfkı'yı gördüm. O kocaman boncuk gibi olan gözleri sanki 'ben seni anlıyorum' dermişçesine bakıyorlardı bana.
"Ah Rıfkı keşke beni senden başkaları da anlayabilse!" diye söylendim kendi kendime. Ne zaman konuşacak birine ihtiyaç duysam onunla konuşurdum. Dışarıdan birisi görse kesin deli olduğumu düşünecekti. Ama benim konuşacak kimsem yoktu ki ondan onunla konuşmaya mecburdum. Keşke canlı olsaydı da o da benimle konuşabilseydi.
Rıfkı'ya sarılıp ağlarken uykuya dalmışım. Ona ne zaman sarılsam bana huzur verirdi. O kocaman gözleri, gri renkli tüyleri ve sarıldığımda sanki bana o da sarılıyormuş gibi hissettiren uzun ve yumuşak kolları benim huzur bulmamı sağlıyordu.
Sabah uyanıp saate baktığımda daha erken olduğunu fark ettim. Eğer hemen hazırlanıp çıkarsam annem ve babam uyanmadan evden çıkabilirdim. Yarım saatim vardı. Hemen hazırlanıp çıkabilirdim. Odamdaki küçük banyoma girdiğimde siyah lavabonun karşısında duran aynadan aksime baktım. O gözlerimin hali de neydi öyle. Aman Allah'ım bugün hayatta okula gidemezdim. Ama uzun zamanda devamsızlık yapmıştım. Ne yapacaktım ben şimdi. Yaklaşık beş dakika kadar gözlerime su tuttuktan sonra şişliğin azıcıkta olsun indiğini fark ettim. Şimdi dışarıda Eskişehir'in soğuğu da gözlerime vurduğunda şişlik daha çok inerdi. Ufak bir makyaj yapıp sessizce evden çıktım.
Hemen kahvaltı yapacak bir yer bulmalıydım. Eğer bir şey yemezsem bayılma olasılığım çok yüksekti. Her sabah kahvaltı yapmadan evden çıkamazdım. Bir kere kahvaltı yapmadan çıktığımda ne olduğunu görmüştüm çünkü. Etrafıma baktığımda insanların telaşını fark ettim. Herkes işlerine veya okullarına yetişmek için koşuşturuyordu. Ne gerek vardı ki bu kadar telaşa. Rahat ve mutlu yaşamak varken nereden geliyordu bu telaş ve endişe. Fazla mesai ve erken başlayan iş ve okul saatleri insanları huzursuz yapmaz mıydı? Öfkeli insan yığınlarından başka bir şey değildik aslında. İnsanları incelemeyi bırakıp açık bir cafe veya fırın aramaya başladım. Bu saatte mutlaka açık olan bir yer olmalıydı. Ama neden bir tane bile açık dükkan bulamıyordum. Renkli ve insanları çekmek için farklı figürlerle süslenmiş bütün dükkanlar ve cafeler kapalıydı. Bu çevrede de hiç fırın yoktu ki. En sonunda karşıdan küçük simitçi arabasıyla yaşlı ve kısa boylu amcayı gördüğümde neredeyse sevinç çığlıkları atacaktım. Eğer birkaç dakikaya kadar bir şey yiyemeseydim bir felaketler serüveni peşimi bırakmazdı. Simidimi alıp yavaşça yürümeye başladım. Dersimin başlamasına daha bir buçuk saat vardı. İstediğim gibi gezip hava almak için oldukça yeterli bir süreydi benim için. Porsuk çayının yanından geçerken suya baktım. Su soğuktan buz tutmuştu. Her kış böyle buz tutardı. Farklı farklı buz kristalleri gökyüzünden çelimsiz bir şekilde gelen güneş ışığından dolayı parıldıyordu. Buz kristallerinin farklı olan şekilleri biz insanların da hayatta birbirimize karşı ne kadar farklı olduğumuzu düşünmemi sağlıyordu. Onlar birbirlerine bu kadar bağlıyken biz neden birbirimizden bu kadar uzaktık?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖLÜM PERİSİ
Teen FictionVenüs'ün bütün hayatı değişmeye başlıyor. Hızlı gerçekleşen değişimler insanı yıpratır mı? Venüs olacaklara nasıl uyum sağlayacak? Kimlere güvenebilecek? Kimler onun yanında?