Söz konusu Mert olunca sürprizlere alışmam gerektiğini işte o zaman anladım. Büyük bir yorgunlukla merdivenleri çıkarken onu izliyordum ve suratıma aptal bir gülümseme yapıştığına yemin edebilirim. Neden böyle davrandığıma bir türlü anlam veremiyordum. Şu an burada hiçbir tepki vermemem gerekiyordu ama mimiklerim ısrarla kontrolümden çıkıp duruyordu. Saniyeler sonra Ayça'nın ciddiyetle beni izlediğini anladım ama artık her şey için çok geçti:
"Niye sırıtıyorsun?" Merak dolu bakışlarını bana yöneltmişti ve birdenbire tokat yemiş gibi bir ifade yerleşti yüzüne:
"Yoksa... Yüzündeki ifade düşündüğüm şey mi? Sakın deneme bile!" Gözlerinde alevlenen bu anlık öfke ürkmeme neden oldu. Yüzüme oturttuğum ciddiyeti korumam zor olacaktı ve kaybolmadan doğru düzgün bir açıklama yapma cesaretini buldum kendimde.
"Ayça saçmalama istersen. Düşündüğün şey de ne demek?"
"Ne bileyim, çocuk içeri girerken keyfin yerine geldi sanki. Bana bak, aşık falan mısın yoksa?"
Aşık mı? Ne aşığı? Dışarıdan öyle mi görünüyordum gerçekten? Hayatımda duyduğum en saçma şeydi bu. O dengesize mi? Yok daha neler... Yani tamam; aşırı derecede yakışıklı, güldüğü zaman adeta ışıklar saçan, ukalalığın bile yakıştığı, kaslı, insanın gözlerini alamayacağı türden biri olabilirdi ama- Bir dakika ya, konudan bayağı saptım ben. Nerede kalmıştım? İmkansız, hayatta olmaz!
"Aklıma komik bir şey gelmiş olamaz mı? İlla bir sebebe bağlamak zorunda mısın? Zaten hayatım karmakarışık, bir de aşk ekleyeyim tam olsun." Gözlerimi ondan ayırdım ve kollarımı kavuşturarak pencere tarafına döndüm. Elini omzuma götürürken pişmanlıkla konuşmaya başladı:
"Tamam, özür dilerim. Daha şimdiden saçma sapan konuşmaya başladım. Ama gitmeden uyardım değil mi?" Ona döndüğümde yüzünde mahcup bir gülümseme vardı. Affedilmeyi bekliyordu belli ki. Suratına yerleştirdiği bu masum ifadeye bağışıklık kazanmam gerekiyordu artık.
"Tamam sorun değil. Ben de biraz fazla çıkıştım sanırım."
"Biraz mı? Bir dövmediğin kaldı." Gülümseyerek her zamanki içtenliğiyle bana sarıldı. Ben de kollarımı aynı şekilde boynuna doladım.
O bunaltıcı hastanede gözlerimi açtığımdan beri sürekli kendimi kimsenin olmadığı huzurlu bir yere atma eğilimindeydim. Çevremdekiler tarafından izlenmek beni ürkütüyordu. Ben izlenendense izleyen olmayı tercih ediyordum ve yine bu tercihle her yola çıkışımda gözlerimi yoldan ayıramıyordum. Ayça kafasını omzuma yaslamıştı ve nasıl becerdiyse şu kısacık yolda uyuyakalmıştı. Onu rahatsız etmemek adına kılımı bile kıpırdatmıyordum. Sadece usulca alnımı soğuk cama yaslamıştım, o kadar. Aklımın kıyısında bir belirip bir kaybolan düşünceyse her seferinde kendimi tokatlama isteği uyandırıyordu bende. Merdivenleri çıkan o sarışın çocuğun görüntüsü...
İki saatlik bir yolculuğun ardından medeniyetten uzak, ıssızlıkta mastır yapmış bir mekana ayaklarımızı bastık. Daha ilk anda aradığım yerin burası olduğunu fark etmemle yüzüme memnun bir tebessüm yerleştirmem bir oldu. Yalnızlık, huzur, sessizlik... Aradığını bulamayan öğrenci yığını arasında gülümseyen tek kişi bendim sanırım. Evet, çoğunluğa ayak uydurma konusunda berbattım.
Herkes arabalardan inip derin sohbetlere dalmaya hazırken o anı bıçak gibi kesen beden eğitimi öğretmenimizin tiz düdüğü oldu. Tüm hevesimiz alt üst olmuş halde kafalarımızı çevirdiğimizdeyse otoriter bakışını atmaya başlamıştı bile:
"Herkes çadırlarını alsın. Size gösterdiğim düzende kurmaya başlayın. Diliniz değil eliniz çalışsın." diyerek iki alkışın ardından arkasını döndü. Takip etmemiz gerektiğini saniyeler sonra anladık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bana Anılarımı Ver
De TodoSen de kalbine götürdüğünde, elinin altında bir yerlerde kocaman bir boşluk hissediyor musun? İtiliyor musun kalbin için çok şey, zihnin içinse hiçbir şey ifade etmeyen bir karanlığa? Yüreğim sızlıyor... Her gece... İnatla... Hiçbir şey geri gelmeye...