Bulutlar güneşin önünden çekilip kapkaranlık gökyüzü aydınlanırken uzaklaşan gökkuşağının pırıltılarını seyrediyordum. Hayatıma birdenbire dalan bu tatlı misafire kanım kaynamıştı. Uzaklaşmasını usulca izlerken anlık dürtüyle başımı gökyüzüne çevirdim. Gerçek gökkuşağı gökte bir kaydırak misali uzanırken güneşin sıcaklığı yüzüme bir tebessüm kondurdu. İçimdeki o ufacık huzurla baş başaydım ve aniden binmem gereken bir otobüs olduğunu hatırladım. Kafamı indirdiğimde insanlar kapının önüne yığılmıştı bile. Evet yetişebilirim, yetişebilirim. Ah hayır... Kapı kapanırken bir yandan şoföre çaresizlik dolu bakışlar yolluyor, bir yandan kapıyı yumrukluyordum. Hiç umursamadı bile. Bir kişi daha alsa ölürdü sanki! Paçalarımı egzoza boğarak uzaklaşırken içimden küfürler savurdum. Kahretsin, kahretsin! Bir sonrakinin gelmesi ne kadar sürerdi ki?
Çaresizlikle omuzlarımı düşürüp tekrar durağa yürüdüm. Görünürde kimse yoktu. Uyanıklar önceden binmişti bile. Harika! Hindiler gibi kafanı gökyüzüne dikersen böyle olur işte! Parmağımın ucuyla kaldırıma vurmaya başladım. Vücudum ıslaklığı yeni algılıyordu sanki, aniden içim ürperdi. Kollarımı kavuşturup omuzlarımın birkaç santim aşağısını ovmaya başladım. Ortaya çıkan güneş saçlarımı yer yer kurutmuştu bile.
Dakikalarca sıkıntı çekmenin ödülünü aldım sonunda. Yolun ucunda beliren otobüs kurtarıcım olmuştu. Aynı aptallığı yapmayıp adeta atladım içeri. Kırklı yaşlarda esmer bir bayanın yanı boştu. Gidip oturdum ama ıslak olmam pek hoşuna gitmemişti belli ki. Benden hafifçe uzaklaştı; kulağında telefon, camdan dışarı bakarak konuşmasına devam etti. Yedik sanki, azıcık ıslansan incilerin dökülür. Toplu yolculuk etmek hep böyle bir şey miydi? Dakikalarca kös kös oturup bir tebessüm bile etmemek mi? Cama yapışmak mı? Kulağında kulaklık, dünyayı takmamak mı? Hayretler içindeydim. Her gün aynı otobüse binip saatlerce yolculuk etmek zorunda kalanların arasında azıcık muhabbet dönse birkaç ay sonra evlenirlerdi oysa.
İç sesim adeta bir kamu spotuna dönüşürken gürültüyle çalan telefonum beni kendime getirdi. Elimi çantama götürüp ön gözünden çıkardım telefonumu. Arayan annemdi.
"Alo, anne?"
"İpek kızım neredesin? Okuldan aradılar, son iki derse kalmamışsın."
Sonunda okulum zahmet edip yokluğumu fark edebilmiş. Cidden gözlerim yaşardı.
"Otobüsteyim anne, eve geliyorum şimdi."
"Tamam canım, iyisin değil mi?"
İyi kelimesi... Sahi tam olarak ne demekti? İçinde bulunduğum durumun tanımı "iyi" miydi? İyi demek en az kötü olandı. Yani tam da şu andı. Sesimin iyi çıkması için olağanüstü bir çaba gösterdim.
"İyiyim tabii ki. Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı. İyi de geldi."
"Süper. Neler yaptığını evde dinlerim artık. Umarım okuldan kaçmak için geçerli bir sebebin vardır."
Daha ne kadar her şey normalmiş gibi davranacaktı? Ben her şeyin farkındayım. Belki de hiçbir şeyin düzelmeyeceğinin farkındayım. Geçerli sebebim, altüst olan hayatım anne.
"Var, merak etme. Hadi görüşürüz, çok öptüm."
"Görüşürüz canım."
Yüzümdeki sahte gülümsememi silip telefonu aldığım yere koydum. Belki de şu yalnız kalma psikolojisine girmenin vakti gelmişti. Çantamı açıp derinliklerinden çıkardığım kulaklığı takıp müzik dinlemeye koyuldum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bana Anılarımı Ver
RastgeleSen de kalbine götürdüğünde, elinin altında bir yerlerde kocaman bir boşluk hissediyor musun? İtiliyor musun kalbin için çok şey, zihnin içinse hiçbir şey ifade etmeyen bir karanlığa? Yüreğim sızlıyor... Her gece... İnatla... Hiçbir şey geri gelmeye...