(T-Shirt'ümün üzerindeki koku hala aynı... Nereden, nasıl bulaştı bilmiyorum... Hatırlamıyorum...)
Beş kilometre kadar yürümüş olmalıyım.
Ayaklarım sızlamaya başlıyordu yavaş yavaş. Bu kadar çabuk yorulur muydum ben? Her akşam koşuya giderdim hava güzel olduğunda. Sporu çok seven biri olarak yorulmam pekte normal değildi. Vücudumda, kanımda; istemsiz bir şeylerin dolaştığının farkındaydım. Farkındayım, biri bana bir şey yaptı. Yada birileri. Kanıma bir şey zerk ettiler ve beni uyandığım o derin uykuya, o kuyuya hapsettiler. Şimdi? Şimdi ne var elimde? Kalınca bir sopa, içimde endişe ve korkuyla şehir merkezine inmeye çalışıyorum. Arkamda ise büyük bir yangın bırakarak. Aman ne güzel! Uyutmasaydınız da bari olan bitenin farkında olarak en azından tek başıma olmasaydım. Nedir bu bir şaka mı?
Etrafta ezan sesi duymadığımı fark ettim. Kaç saattir yürüyordum. İnsan bu mesafeyi kaç saatte kat ederdi? Kilometre başına bir saat olsa beş saattir yürüyordum. Kolumda saat yok ki. Zaten ben saat takmıyordum. Peki saate bakmak için ne kullanıyorum? CEP TELEFONUM!! (O anda hemen arka cebimi yokladım, yan ceplerim, vücudumun her hangi bir yeri?) Telefonum yoktu... Alınmıştı. En azından saate bakabilseydim diye geçirdim içimden. Hava durumuna bakılırsa akşam vaktine birkaç saat daha vardı. Hava karardıktan sonra ne kadar güvende olacaktım, bilemiyorum. Her sorunun cevabı –bilemiyorum-, her cümlenin sonu –bilemiyorum- ya da –bilmiyorum- şeklinde tamamlanıyordu bende. Bu gerçekten çok sinir bozucu... Altıncı kilometre içinde miyim? Bu yolu hatırlıyorum. En azından yolumu kaybetmeyeceğim için şanslıyım. Çünkü bu yolu servisle her Pazar gecesi çıkıyor, her Cuma günü yine bu ve tek olan yoldan aşağıya iniyorduk. Kafamda her şey bir puzzle gibi parça parça yerine oturuyordu. Boşuklar ise doldurulamayacak kadar büyük gibi duruyor. (Bir saniye. Ben İNİYOR-DUK mu dedim?)
O sırada irkilerek olduğum yerde durup refleks olarak eğilmemi sağlayacak bir ses duydum. Yürüdüğüm yolun sol tarafından gelmişti. Ormanın içinden, pekte uzak olduğunu düşünmediğim bir mesafeden. Eğer bu bir hayvansa, daha önce belgesel kanallarında dahi böyle bir hayvanın sesini duymadım. Duymamıştım. Yolun ortasına geçtim. Elimdeki sopayı avına saldırmaya hazır bir avcı edasıyla tutuyordum. Doğruldum. Dik durdum. Biraz cesaret edip en sonunda çalılara doğru yaklaşmaya başladım. Tabii ki ormanın içine dalmayacaktım. Beklide bu mesafeden bu sesi çıkaran ŞEY'i görebilirim diye düşünüyordum. Görebilmek. Merak duygusu. Kararsızlık. Endişe. Korku. Hepsi içimde harmanlanıyordu. En azından geçsin diye dua ettiğim bir motor şu zamana kadar geçmemişti. Ortalığa sessizlik hakimdi. Ta ki beş dakika öncesine kadar...
Çalılara yaklaştım. İleride sık ağaçlar vardı. Biraz daha eğilip kalkarak görüş mesafesi almaya çalıştım. (Neden görmeye çalışıyorsam? Yoluma devam etmeliydim aslında). Ağaçların dibinde bir hareketlilik vardı. Tam olarak anlayamadım ne olduğunu. Biraz daha çalıların arasına girdim. İlerde bir hareket vardı. Bir hareket (muhtemelen bir koldu) görüyordum ritmik bir şekilde. İnsan. Yaşayan birileri diye düşündüm. Biraz daha cesaret ettim ve yaklaştım içeriye doğru. Sol tarafa kaydım yaklaşık on metre kadar. Ve o anda hayatımda sadece filmlerde görebileceğimi düşündüğüm o manzara karşımdaydı. Dona kaldım. Aklımı kaçırmadığıma dua ediyorum. Miğdem kaynamaya başladı birden.
Üç kişiydi. Üç insan siluetli hayvan. İnsan siluetli yaratık, tür, cisim, şekil... adlandıramıyorum!! Bir inek leşini yiyorlardı. Saçları yoktu. Kafaları kel. Eti ısırdıklarında çıkardıkları ses kulaklarımın içinde yankılanıyordu. Dişlerinin parlaklığını ve uzunluğunu o mesafeden görebiliyordum. Yaklaşık olarak otuz adım mesafem vardı onlarla aramda. Beklide kırk. Ne önemi vardı? Beni görseler ne yapacaklardı? Bunu bilmedikten sonra ne önemi vardı? Ayaklarında ayakkabı yok. Çıplak. Elbiseleri yırtık. Vücutları normal insan vücudundan daha yapılıydı. Yırtıcı bir hayvandılar onlar. Sanki kıtlıktan çıkmışlardı. Etraflarında olup bitenin farkında değillerdi (En azından o anda önemsemiyorlardı. Karın doyurmak daha önemli olmalıydı.)
ÇIK BURDAN!!
Kafamın içinde bir ses tekrar bunu söyledi. Bu cümlenin ardından suratıma bir tokat gibi vurdu bu düşünce –beni görürseler ne olurdu?-. Çık buradan dedim kendime, anlaşılan çok kötü şeyler oluyor ve sen ortada kaldın. Bir yem gibi ortada dolaşıyorsun da haberin yok. Geri geri adım atarken ayağım bir şeye takıldı (elimdeki sopayı yere düşürmüşüm meğer. Farkında değildim) ve düşmekten sonda kurtularak elimi yere koydum. Tek dizimin üstüne çöktüm. Koşu yarışına başlayacak bir yüz metre koşucusu gibiydim o anda. Çıkan ses derin sessizlikte yankılandı. O anda kalbim durdu bir an. Zaman durdu!
Afiyetle yemeklerini yiyen o üç "şey" den yüzü tam olarak beni görebilecek olanı (yani karşısında durduğum) yemesini kesti. Aşağıya, yani ete doğru bakarken, ağır ağır kafasını kaldırdı. Yüzünü görebildim. O da neyin nesiydi ALLAH'ım? Tam bir ucubeydi. Ağzının kenarların kan içinde. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı. Artık göz gözeydik. Elleri bir kurt edasındaydı. Bana doğru hırladı. Dişlerini gösterdi ve bu seferde bir köpek gibi hırladı. Sonumun geldiğini düşündüm. Ama hareket etmiyordu. Sadece olduğu yerden bana bakarak hırlıyordu. Herhalde yemeklerine göz diktiğimi düşündü. Yavaşça doğrulmaya başladım. Ayağı kalkmalıydım. Ağır ağır, hiç acele etmeden doğrulmaya başladım. O an; beş dakikalık o an neredeyse bir saat sürdü. Nefes almıyordum. En sonunda ayaktaydım. Gözleri hala bana bakıyordu. -Bir adım geri- Hala bana bakıyor ve hırlıyordu. –İkinci adım- gözleri vahşice bakmaya devam ediyordu. Ben ise başka bir yöne bakmıyordum. Elimdeki sopayı almaya tenezzül bile etmedim. Aslında aklıma da gelmedi –Üçüncü adım. Üç metre. Yola beş-on adım kadar var-. Dört, beş, altı... Ağaçların arkasında kalmaya başlamışlardı artık. Benimle ilgilenmediklerini anladım. Ben görüş açılarından kaybolunca, gözlerini bana diken yemesine devam etti. Adımlarımı hızlandırdım. Yola bastığımdaysa yine koşuyordum!
Arkama bakmadan koşuyordum şimdi. Koşuyor, koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Çok uzun sayılabilecek bir mesafe miydi bilmiyorum fakat koştum. Korkum vücuduma büyük bir enerji yüklemişti adeta. Artık yolun ortasından gidiyordum. Birden aklıma geldi. "Kadının çığlığının ardından duyduğum o ses o ŞEYlerden gelmiş olabilir miydi?" Kadın çığlığı ve ardından o ses. O halde insanlara da saldırıyorlardı. En azından hala insan olarak kalanlara.
Ne bir silahım vardı, ne ilkel bir aletim. Ne adam akıllı tuzak kurmasını biliyordum nede işe yarayacak bir zor durum planı. Sadece yakın dövüşte iyiydim. Peki bu karşımdakiler boksör müydü? HAYIR! Kural tanıyorlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Tek mi geziyorlardı? Görünen o ki birlikte çalışıyorlardı. Ama bu çalışma mantıklıca veya bir insan dayanışması şeklinde değildi. Görünen o ki bu çalışma aç hayvanların avlanma içgüdüsünden başka bir şey değildi. Annem. Babam. Kardeşim. ALLAH'ım, ne olur hayatta olsunlar. Ne olur. Ne olur onların acısını bana gösterme. (Gözlerim doldu. Hatta ağlıyordum.)

ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAOS
FantasiYaşadığı o sıradan gün, sonradan kaderini belirleyeceği bir "KAOS"a dönüşecekti. O'da onlardan biri miydi? Yoksa hala insan niteliklerini taşıyor muydu? Bu ülkeye kadar sıçrayan bir "KAOS"un ortasında kalmak kendi seçimi miydi? Hiç sanmıyordu...