(Sohbet ederek yürüyorduk kaldırımın kenarında. Esen rüzgâr saçlarını hafiften dalgalandırıyordu bu kızılın. Hoş bir edası, havası ve kokusu vardı. Nerden çıktı birden bire diye düşünüyordum. Nasıl oldu da birden sohbetimiz buraya kadar geldi. Yanımdan ayrılmaya niyeti yok gibiydi. Sanki ona yardım ettiğim için bir minnet duygusu besliyordu. Hatta benden hoşlanıyordu, kim bilir? Sadece yürüyorduk. Hayat normaldi. Her şey güzeldi. Hava güzeldi. Parçalı bulutlu olsada, hafta sonunu değerlendirmek için idealdi. Moralim yerinde, keyfim o biçimdi. Yürüyorduk. Şehir merkezine giden arabanın durağına varmamıza elli metre kadar bir mesafe kaldığını hatırlıyor gibiyim. Şuradan buradan konuşuyorduk. Ne işle meşgulsün, nerelisin, seni buralarda hiç görmedim gibisinden klasik sözler [zaten hep böyle gelişmez miydi muhabbetler?]. Ama sonra bir şey oldu. Yürümeyi kesti ve durdu. Ve dediği şu oldu; "Yeni tanıştığın biri sana çok tuhaf bir şey söylese, durduk yere. Tepkin ne olurdu?")
Her şey ne kadar çabuk olup bitivermişti.
Ellerim arkadan kelepçeliyken kamyonetin arkasında, sırtımı yaslamış oturuyordum. Tabi buna oturmak denirse. Ellerim acıyordu, lanet olsun. Sinirlenmiştim. Öfke, kızgınlık, korku, endişe, çöküntü... Bütün duyguları aynı anda yaşamak bir insan için ağırdı, Allah'ım. Etrafımda ucubeye ait bir şey kalmamıştı. Kara bulutlar dağılmaya başlamıştı. Aslında tuhaf olan; ucubelerin bana bir şey yapmadan buradan gitmesi oldu. Ama nasıl olabilir? Bende İNSAN türündenim, bende etten ve kemiktenim. Neden bana saldırmadılar? Neden sadece askerler? Bu yaratıkların idrak etme yetenekleri vardı. İnanılmaz ama vardı işte. Sonrasında olanlar. Offf... Başım çatlıyor.
Ucubeler rütbeliyle kendilerine ziyafet çektikten sonra hepsi aynı süratle çalıların, seyrek ormanın içinden koşarak kayboldular. Yalnız sadece liderleri olan o iri yarı ucube gitmedi. Kamyonetin arka tarafına geldi, bir sıçrayışta. Gözlerini benden ayırmıyordu. Dişlerini gösterdi. Kanlı ve pisti. Bir o kadar da sivri. Vücut yapısı bunun daha önce bir insan olduğunu ispat eder gibiydi. Beklide gerçek hayatta neydi? Bir fabrika işçisi mi? Bir tamirci mi? Bir su tesisatçısı mı? Bir inşaat ustası mı? İhtimaller saymakla uzardı.
Ben sonumun geldiğini düşünürken ucube konuştu;
"Rid du yane embah. Fi lentehe zuddihim. Darh. Darh."
"This is our victory"
Yine zaferin onların olduğunu söyledikten sonra bir sıçrayış daha yaparak yolun kenarında kadar atladı ve ormanın içinde gözden kayboldu. Ben ise iliklerime kadar korkuyordum. Şaşkındım. Ama yorgun değildim. Endişeliydim ama aç değildim, susuz değildim. Bu sorulara ne zaman cevap bulacağımı bilemez bir halde, belli ki bir felaketin içindeydim.
Artık gitmeliyim dedim kendi kendime. Askerlerde öldüğüne göre yoluma bir engel kalmadı. Şu ellerimdeki kelepçeler dışında. İri yarı olanını bulabilirsem eğer. Anahtarlar ondaydı. Cesedi arabanın sağ tarafına uçmuştu. Yol kenarında olmalı. Ayağı kalkıp baktığımda sanki görür gibi olmuştum ama yanına gitmeliydim.
Kamyonetin kasasından atlamayı başardım. Sanki başıma mermi isabet edecekmişçesine eğilerek cesede doğru gitmeye başladım. Evet, yanlış görmemiştim. Ceset ordaydı. Boynu kırıldığı belliydi. Şiddetli dönmüştü çünkü. Aldığı darbe ağırdı. Ve gözleri. Artık yerinde değildi. Beni ilgilendirmiyordu şimdi bunlar. Lanet olası anahtarları bulup işime bakmalıydım artık. Cesetle aramdaki mesafe sıfırdı. Bakınıyordum. Lanet!! Ellerim arkada çok zordu bu iş. Yapmalıydım. Bakınmaya devam ettim. Elimi kullanamadığım için ayağımla sağa sola ittiriyordum. Ve... Gördüm mü? Orda mıydı? Biraz daha aşağı eğilecekken bir ses duydum ve bu ses benim olduğum yere pusmama neden oldu;
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAOS
FantasyYaşadığı o sıradan gün, sonradan kaderini belirleyeceği bir "KAOS"a dönüşecekti. O'da onlardan biri miydi? Yoksa hala insan niteliklerini taşıyor muydu? Bu ülkeye kadar sıçrayan bir "KAOS"un ortasında kalmak kendi seçimi miydi? Hiç sanmıyordu...