Zile basıp beklemeye başladım. Kimse açmadı. Tekrar basıp geri çekildim. Sanırım evde yoktu. Tam arkamı dönüp gidecekken anahtar sesi duyup döndüm. Aydınlık yüzlü, derin mavi gözlü, kirli beyazla sarı karışımı saçlı dünya tatlısı bir kadın kapıyı araladı.
"Lina?" gülümsedi.
" Evet, benim." şaşırmıştım kapıyı iyice açarak beni içeri davet etti.
" Gir içeri. Dışarısı buz gibi nerelerde kaldın?"
" şey, çarşıda biraz işim vardı da." ne kadar sıcakkanlı bir kadındı bu böyle
İçeri girdim ve ne kadar üşümüş olduğumu hissettim. İçerisi sıcacıktı. Lavantaya benzettiğim tatlı bir koku hakimdi eve. Kocaman geniş bir salondu burası. Yerden tavana kadar yükselen kitaplıkta kalınlı inceli kitaplar, bir tarafında siyah beyaz fotoğraflı çerçeveler, ve bir gözlük kutusu olduğunu tahmin ettiğim küçük bir kutu vardı. Kitaplığın yanında sallanır sandalye ve sandalyeyle uyumlu üzerinde mavi vazo içinde canlı çiçekler olan bir fiskos vardı. Çiçeğin yapraklarından çoğu dökülmüş, tahmini bir haftadır da temizlenmemişti.
" aç mısın? Yemek hazırlamıştım ama beğenmezsen dışarıdan da sipariş Verebiliriz"
" hayır pek aç değilim bir şeyler atıştırmıştım teşekkür ederim." dedim
"Peki öyleyse. Eğer fikrini değiştirirsen mutfak tam karşında çekinmeden kullanabilirsin. Odan da yukarıda. Dünden hazırlamıştım. Epey yorulmuş ve üşümüş olmalısın dilersen odanda banyo var sıcak bir duş alıp dinlenebilirsin ve tanışma işini yarın sabaha bırakabiliriz" bu kadın konuşurken tatlı tatlı gülümsüyor ve bu gülümseme sesine de yansıyordu. Diksiyonu ne kadar da düzgündü. Ağır ağır merdivene doğru yönelirken birden aklına bir şey gelmişçesine durdu. Bana dönüp
" az daha unutuyordum benim odam üçüncü katta senin odanın tam üstünde. herhangi bir şey olursa komodininin üstünde bir cihaz var onun kırmızı düğmesine basman yeterli uykum çok hafiftir hemen uyanırım " dedi ve güldü.
" tamam, teşekkür ederim siz rahatınıza bakın, ben başımın çaresine bakarım. Sabah görüşürüz " diyip ben de gülümsedim sanırım gülümsemek bulaşıcıydı.
Ahşap merdivenin trabzanına tutunarak basamakları gıcırdata gıcırdata ağır ağır odasına çıktı. Karanlığın içinde ondan kalan sesle bir süre salonun ortasında kalakaldım. Şalımı çıkarıp sallanan sandalyeye bıraktım kendimi. Sokak aydınlık ve sessizdi. Kendimi çok tuhaf hissediyordum. Dün cezaevinde küf kokulu, boyası sıyrılmış pis ranzada yatarken şimdi lavanta kokulu, sıcacık ve muhteşem bir evde devasa bir pencereden sokağa bakıyordum. Sandalyede sallandıkça uykum geldi. Şalımı montumu ve çantamı alıp odama çıktım. Basamaklar gerçekten çok gıcırdıyordu. Ev oldukça eski olmalıydı yüksek tavanlarından bunu girer girmez anlamıştım zaten.
Odam olduğunu tahmin ettiğim odaya girdim. Yanılmamıştım çünkü komodinin üstünde kırmızı ışığı yanıp sönen bir cihaz vardı. Oda karanlık olduğu için gözüm ilk ona kaydı. Işığı açtım çift kişilik bir yatak, ahşap oyma bir başlık, kanaviçe işli yatak örtüsü ve anneannemden bildiğim bir yastıkta kocasınlar yastığı vardı. Yani ince uzun iki kişilik ama tek yastık. Ona da yatak örtüsüyle aynı kanaviçe modelinden yapılmıştı. Tertemiz ve mis gibiydi. Yatağın karşısında bir kapağı ahşap diğer kapağı cam, elbise dolabı vardı. Cam olan bölümü dolabın içi görünmesin diye tülle kapatılmıştı. Salondaki devasa pencere burada da mevcuttu. Kalın kadife yeşil perde tavandan yere kadar uzanıyor; bir gelin duvağı gibi süzülüyordu. Çalışma masası ve üstünde birkaç kitap haricinde bir şey bulunmayan raf dışında oda sade sayılırdı. Sade ancak kocaman... Salondaki lavanta kokusu buraya da hakimdi. Ancak buradaki sanki daha taze kokuyordu.
Duşa girmek, sıcak suyun altında bütün o cezaevi kokusunu üstümden atmak için can atsam da uykum ağır basıyor yumuşak yatak adeta beni çağırıyordu. Pijamalarımı çıkarmak için valizimi açtığımda cezaevinin o pis ve ağır kokusu beynime şimşek gibi çaktı ve kendimi duşa attım. Banyo da oda gibi biraz eski biraz tarihiydi. Günümüze uygun olan sadece duşakabindi ve onun oraya sonradan eklendiği belli oluyordu.
Suyu ayarlayıp kendimi suyun akışına bıraktım. uzun zamandır keyifle duşa girmemiştim. Suyun saçlarımdan yüzüme,göğsümden bacaklarıma akışını izledim. Her damlasını iliğimde hissederek zaman kısıtlaması olmadan dilediğimce suyun altında kaldım. Bazen bir duş bile insanın şükür sebebi olabiliyordu.
Duşta ne kadar kaldığımı bilmiyorum ama kuş gibi hafiflemiştim. Kapı arkasına asılmış mis kokulu havluya sarınıp yatağa geçtim başıma da bir havlu sararak üstümü giymeye gerek duymadan öylece yorganın içine girdim. Çünkü bütün kıyafetlerim küf ve koğuş kokuyordu ve ben bu mis kokunun üstüne onları giymek istemiyordum. Yattığım yatak yıllardır bana aitmiş gibi en ufak bir tereddüt bile duymadan uykuya daldım yarının neler getireceğini düşünürken çoktan rüya alemine dalmıştım bunu da uçurumdan düşüyormuşum gibi sıçradığımda anlamıştım. Çünkü ne zaman rüya evresine girsem boşluğa düşüyormuş hissi yaşıyordum. O geceyle ilgili hatırladığım son şey işte bu histi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mevsimsiz Düşler
RomanceBizim gibilerin her yaşı içinde yüzyıllık yaşanmışlık barındırır. Yüzümüzde çizgi gözlerimizde solgunluk varsa bilin ki acılar dostumuzdur