İlk 50 metreyi serbest, ikinciyi sırtüstü, üçüncüyü kelebek ve dördüncüyü de kurbağalama yüzmeyi tamamladığımda –havuzumuz olimpik, bahsetmiş miydim?- Bay Rogers “İyi iş, Ross,” dedi beğeniyle dudak büzüp. “25 salise kârdasın. Çok iyi.”
Hızlı bir hareketle onayladım ve havuzun kenarına çıktım. Gözlüğümden kurtulup yanıma koydum ve herkesin bitirmesini beklemeye başladım. Benden sonra bitiren yine Alfred olmuştu ve sonrasında da Bianca.
Kendi kendime alayla güldüm. Bana sürtüklükte, insanları etkilemekte ya da buna benzer her şeyde kafa tutabilirdi. Hatta açık ara beni ezerdi. Ama ne yüzmede, ne de bilgide kafa tutamazdı. Bilgi konusu ineklik haltıyla başıma belaydı ama… yüzme?
İşte bu kraliçe olduğum konuydu.
Tek konuydu!
“Evet, tramplen sıranıza girin” dedi Bay Rogers herkes turunu tamamladığında. Dediğini yapıp sıraya girdik ve herkes atlayışını yapmaya başladı. Sıra bana geldiğinde vücudumu atlayışa göre dengeleyip sıçradım ve kollarımı öne uzatıp kendimi suya doğru bıraktım.
Bedenim suyla buluştuğunda kıvrıldı ve yeniden su yüzüne çıktım. Hızlı kulaçlarla kenara yükselip suya veda ettim. Askılarda duran havlumu alıp omzuma attım ve bonemi kafamdan çıkardım.
Sıranın sonu gelmeden zil çalmıştı. Tembel adımlarla soyunma odasına gidip havluyu bıraktım, kıyafetlerimi çantadan çıkarıp hazır hale getirdim ve kendimi sıcak duşa bıraktım.
Havuz suyundan tümüyle arındığıma karar verdiğimde duştan çıktım. Gereksizce boş olan ortam dışında eksik bir şey daha vardı.
Kıyafetlerim…
Bianca!
Ama onun bilmediği bir şey vardı. Eğer bir eziksen –ki ben kesinlikle öyle olmadığım halde bu konuda ünüm vardı- mutlaka bir yedeğin olmalıydı.
Çantamı açtım ve gizli bölmesinden yedeklerimi çıkarıp üzerime geçirdim. Saçlarımı tarayıp kendi dalgalarına teslim ettim. Eşyalarımı çantama tıkıp soyunma odasından çıktım.
Çıktığım anda “Gülümse!” diye bağıran bir amigo takımı ve patlayan flaşlar beni karşıladı. Abartılı bir kahkahaya başlamışken ben, hepsi şaşkınlıkla bana bakıyordu. Saf aptallıkları beni müthiş eğlendirmişti.
Sonunda kendimi dizginleyebildiğimde yavaşça Bianca’ya yaklaşıp gözlerimi alayla kıstım. “Herkese koca bir alkış, bayanlar. Gerçekten bu işte çok başarılısınız,” dedim alayım İngiliz aksanımı belirginleştirirken. “Ama çok üzgünüm! Uzun bir tebrik nutku için vaktim yok.” Bianca’nın gözleri şaşkınlıkla açılmakla sinirle kısılmak arasında gidip geldiği sırada arkamı dönüp ilerledim.
Bugün motosikletle gelmediğimiz için şimdi, bu yorgunlukla yürümek zorundaydım. Harika.
Okuldan çıktığım sırada yanımda bir hareketlenme oldu ve neye uğradığımı şaşırıp tökezledim. Teknik olarak okulda kimsenin kalmamış olması gerekiyordu. Ben de doğal olarak dikkatsiz yürüyordum.
“Demek beni fark etmek seni bu kadar heyecanlandırıyor?” sesi geldi arkamdan. Dönüp bakmama gerek kalmadan kim olduğunu anlamıştım ama… burada ne işi vardı ki?
“Sorma ya,” derken ağırca döndüm. Elleri siyah skinny jeaninin cebinde, bir ayağını yaslandığı duvara dayamış, lacivert deri ceketinin içine hafifçe gömülmüş ve yarım ağız sırıtıyordu. Şey… Bilirsiniz, şey görünüyordu. Enfes. “Seni görünce kendimden geçiyorum. Elim ayağım dolaşıyor.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Song Of Destiny
Teen FictionGünün birinde yakışıklı bir çocuk durduk yere size asılmaya başlarsa ve okulda girdiğiniz her dersiniz ortaksa kendinizi sorgulayın kızlar. Çünkü her şey uğurlu kalemimin kurdelesini aldığı günle başladı. O gün ezilen ve hırpalanan kıza veda etme yo...