Kylie kapıyı açtı. Bizi gördü ve kocaman sırıtıp, “İşte bu bebeğim!” diye bağırdı. Göz devirdim ve içeri ilerledim. Hâlâ el ele olduğumuzdan Jason’ı da sürüklemiştim. Kylie de peşimizden geldi ve salona geçtik.
“Pekâlâ, şimdi bana Aqunis adasıyla ilgili şeyleri dökülün bakalım.” dedim ikisine de bakarak. “Şu motosikletten başlayabilirsiniz mesela.”
Kylie’yle Jason birbirlerine baktılar. Jason konuşmayı aldı. “Aqunis’te teknolojik araçlar kullanılmaz. Demek istediğim tropik bir adada yaşıyormuş gibi. Her şey doğal ve teknolojiden uzak.”
“Nasıl yani? Telefon bile mi yok?”
“Hayır. Ayrıca geleneklere göre Aqunis’te kadınlar pantolon giyemiyor.”
“Bunun bir şaka olduğunu söyle hemen.” diye ciyakladım telaşla. Ben etek falan giyemezdim. Hayır, bu imkânsızdı. Her günü bırak, bir gün için bile giymezdim.
“Benim ayrıcalığım var çünkü ben hizmetkârım –ki bu da bana özel- ama benim dışımda kimse pantolon giyemiyor.” dedi Kylie. Nispet yapar gibi.
“Hayır, hayır. Bu ayrıcalıktan bende de olmak zorunda.” diye mızmızlandım.
“Üzgünüm, Denizkızı ama sen bir prensessin. Bu da senin sürekli elbise giyinmeyi gerektiriyor.” dedi Jason. Suratıma yumruk yesem daha iyiydi. Ben elbise falan giy-me-ye-cek-tim.
“Yapmayın ama!” diye sızlandım koltukta kendimi geri atıp. “Ben kim, elbise kim?”
“Üzgünüm, Hessy.” dedi Kylie. Ben elbise giymek zorundayken o rahatça pantolon giymemeliydi. Hayır, bu haksızlıktı.
“Metal müzik anlayışı yok. Daha yumuşak şeyler var. Klasik müzik gibi –ki bu yüzden ölmek isteyebilirsin çünkü ben istiyorum- ve bu da Breaking Benjamin’e veda etmen demek oluyor.” dediğinde Jason küfredecektim. Bu neydi şimdi? Şaka mı?
“Siz rönesans, reform bilmez misiniz?” diye çıkıştım. “Gerçi bilmiyor olmalısınız. Bu hâlâ krallıkla yönetiliyor olmanızı açıklar.”
“Buraya geldiğimizde uyum sağlamamız zor olmuştu.” dedi Kylie. Göz devirip başımı iki yana salladım. Aqunis’e gitme işini düşünmeliydim bence. Ya da…
“Kehaneti gerçekleştirdikten sonra orada kalmak zorunda mıyım? Yani buraya dönemez miyim?” diye sordum umutla. İkisi de başını iki yana salladı.
“Sen prensessin. Yani varis. Gelecekte orayı biz yöneteceğiz.” diye açıkladı Jason. Kahkaha attım. Ben mi büyülü bir adayı yönetecektim? İşte bu cidden şaka olmalıydı. Of.
Yüzümü ellerimin arasına aldım ve çektiğimde bunların söylenmemiş olmasını umdum. Ama hayır, söylenmişti ve ikisi de bana endişeyle bakıyordu. Sanki vazgeçmemden korkar gibiydiler. Gerçi ben bile ne yapacağımdan emin değildim. Tüm bu lüksü, güzelliği ne için terk edecektim? Saçma bir düşmanlığı bozmak için mi?
Yapma yani, Hester! Kylie’ye çok değer verdiğin ve Jason’ı deli gibi sevdiğin için elbette, dedi iç sesim. Abartma. Seviyorum ama deli gibi değil, diye çemkirdim ona. Sen öyle san, aptal şey. Ondan vazgeçemeyecek kadar seviyorsun işte, diye karşılık verdi ukala ses tonumla. İç sesime göz deviremediğim için ondan nefret ettim. Kes sesini!
“Çocuklar, ben… Bilmiyorum. Demek istediğim, bunlar benim için çok fazla.” diye mırıldandım ayağa kalkarak. Jason elimi tutup ilerlememi engelledi. Ona özür dileyerek baktım. “Düşünmem gerekiyor.” Elimi kurtarıp odama çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Song Of Destiny
Teen FictionGünün birinde yakışıklı bir çocuk durduk yere size asılmaya başlarsa ve okulda girdiğiniz her dersiniz ortaksa kendinizi sorgulayın kızlar. Çünkü her şey uğurlu kalemimin kurdelesini aldığı günle başladı. O gün ezilen ve hırpalanan kıza veda etme yo...