~~ "Yazar" Gibi Okumak ~~

351 40 18
                                    

Diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi edebiyatta da, sanatçı, üretebilmek için beslenmeye ihtiyaç duyar. Nasıl ki müzik dinlemeyen bir insanın müzisyen olmasını beklemek abesse, okumayı sevmeyen bir insanın yazar olamayacağını da herhalde herkes kabullenecektir. Yazmak isteyen kişinin önce okuması, yıllarca okuması, çok okuması gerekir; ve bu okuma süreci asla son bulmaz. Ama burada sormamız gereken önemli bir soru var: "nasıl okumak?"

Okumayı sevmek, iyi bir okurda da, yazarda da bulunan ortak özellik. Öyleyse yazmak gayesindeki bir insanı bilinçli bir okurdan ayıran şeyi bulmalıyız önce. Bunun için şu basit ayrımdan yola çıkmak gerekiyor: üretici ve tüketici arasındaki bakış açısı farkı. Bir mağazaya gidip ceket aldığınızı düşünelim. Müşteriyken sizi ilgilendiren tek şey ceketin vereceğiniz paraya değip değmemesidir; yani kişisel faydanız. Bedeninize uydu mu, yakıştı mı, yeterince kaliteli mi... Ama eğer bir ceket dikmeye kalkarsanız daha farklı bir gözle bakmanız gerekir; kullanılan kumaş cinsleri, parçalarının şekilleri, nasıl birleştirildiği... Ve en önemlisi, bu aşamada ceketin değerini de siz biçersiniz: pot duracak, şişman gösterecek, rahatsız edecek ve satın almaya değmeyecek, veya tam tersi; sahibinin üzerine cuk diye oturacak, memnun edecek ve para ödemeye değer bir ceket olacak. 

Sanatsal üretim süreci, bu açıdan değerlendirildiğinde ceket dikmeye benzer aslında (müşteri okurdur, zamanından ödeme yapar). Mesela bir müzisyen, müziği herhangi bir insan gibi dinlemez. Hoş bir melodi ve (varsa) güfteden ibaret değildir onun için bir müzik eseri. Hangi tarz ve akımlardan etkilendiğine, hangi enstrümanların kullanıldığına, ritm, makam gibi ögelere dikkat ederek dinler. Duyduklarını kendi bilgisiyle birleştirerek analiz eder ve elde ettiği bulguları kendi yaratımı için kullanır. Bu bir yönetmen için de geçerlidir, hiçbir yönetmen bir filmi salt eğlence amacıyla izlemez. Kamera tekniklerine, efektlere, kurguya dikkat edecektir. İzleyici için anlamsız kavramlar, örneğin "öznel açı", bir yönetmen için mevcut işin tanımıdır. Ya da bir ressam, "Kaplumbağa Terbiyecisi" tablosuna baktığında sadece beli bükülmüş yaşlı adamı ve ot çöp arasında dolaşan kaplumbağaları değil; kullanılan renkleri, perspektifi, pencereden süzülen ışığı ve oluşan gölgeyi, figürün anatomisindeki aslına uygunluğu görecektir. Yani tekniği... Yazmak isteyen bir insanın da okuduğu kitapta ilk dikkat etmesi gereken şey tekniktir aslında. Diğer her şey ondan sonra gelir; buna tema, kurgu ve karakterler de dahil.

İşte bu sebeplerden, bir yazar adayı ilk önce okuduğu kitaba farklı bir gözle bakmayı öğrenmeli. Sadece karakterler, kurgu, diyaloglar, olaylar çerçevesinde değerlendirmemeli; her yönüyle incelemeli; gerektiğinde hata aramalı, beyninin bir köşesine notlar almalı, çıkarımlar yapmalı. Hatta (oturup yazmayacaksa bile) sanki bir kitap eleştirmeniymiş gibi analiz edebilmek için kendini zorlamalı, üzerinde düşünmeli. Çünkü bir çok sorunun çözümü burada.

İmla hataları, noktalama işaretlerinin (bilhassa virgüllerin) eksikliği, anlam düşüklüğü ya da çok uzun ve karmaşık cümleler kullanılması gibi ufak problemler halledilmesi en kolay şeylerdir aslında. Bir kitabı okurken dile, üsluba, kelimelerin yazılışlarına, cümlelerin kuruluş şekline, noktalama işaretlerine dikkat etmeyi alışkanlık haline getirmek; bu hataların fazla çaba harcamaya gerek olmaksızın, kendiliğinden düzelmesini sağlar. Eminim çoğunuz zaten biliyorsunuzdur, ben sadece herkesin fark edebileceği, basit bir örnek olsun diye yazıyorum. Bir noktalama işaretini, mesela virgülü doğru kullanmak için ne işe yaradığını iyi öğrenip bunun üzerine gözlem yapmak, yani okunan kitaplarda nerelere konulduğunu incelemek gerekir. Virgül, "yarım nefeslik es" anlamına gelir. Bir cümleyi sesli okurken anlamın doğru verilmesi için duraksamak gerekiyorsa, virgülün ait olduğu yeri de bulmuşsunuz demektir.

Bir kitapta dikkatle incelenmesi gereken ikinci bir özellik de anlatım ve anlatımın okuyucuda yarattığı his. Lafın burasında Wattpad'e dair bazı kişisel izlenimlerimi not düşmek istiyorum. Eleştiri çalışmamız sayesinde yakın zamanda bir çok hikayeyi inceleme fırsatım oldu ve üyelerin büyük bir çoğunluğunun birinci tekil kişi anlatımı kullandığını gördüm. Sanırım daha kolay olduğu düşünülerek tercih ediliyor. Evet, bir açıdan daha kolaydır; çünkü tanrısal anlatımda okuyucunun karakter ile bağlantı kurmasını sağlamak, aynı duyguları hissettirebilmek için daha fazla edebiyat parçalamak zorunda kalırsınız, tabiri caizse. :) Ama bunu başarabildiğiniz durumda hareket alanınız çok geniştir; bütün karakterlerinizi aynı anda kullanabilir, hatta onların görüp bilemeyeceği veya o anda düşünmediği şeyleri de akış içinde sunabilirsiniz. Birinci kişi anlatımı ise okuyucuyu tek karakterin düşünce ve duygu dünyası ile sınırlamak için kullanıldığında başarılı olur. Dezavantajı da gerçekçilik hissini yaratabilmek için karakterinizin bilmediği, görmediği şeyleri okuyucunuza da bildirmemek zorunluluğudur. Kurguda çok daha ince işçilik gerektirir. Bu iki anlatım biçimi arasında karar verirken yazarın göz önüne alması gereken şey, hikayenin neye ihtiyaç duyduğudur; kendisinin neyi daha kolay yapabileceği değil.

Son olarak belirtmek isterim ki; "Eleştirsem Roman Olur" dahilinde nacizane yaptığım yorumları sadece eser sahipleri için değil, okuyan herkes için yazıyorum ve kendimi de bu gruptan ayrı tutmuyorum. İncelediğim her hikayede kendi yazılarımdaki kusur ve eksiklikleri de görüp öz eleştiri yapma fırsatını elde ettim. Bu benim için ciddi bir avantaj oldu. Ve aynı avantajdan sizin de faydalanmanız için şu ana kadar edindiğim izlenimlerimin bir kısmını, kısaca toparlayıp sizlere sunmak istedim. Umarım faydalı olabilmişimdir. :)

İlhamınız bol olsun! (^_^)

~~Nane Molla

Eleştirsem Roman OlurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin