Seri katil, anormal kişisel bozukluklar sonucu, 30 günden daha uzun bir zaman diliminde ve arada bekleme dönemleri de olacak şekilde 3 veya daha fazla insanı öldüren kişidir.
Yıllar önce okuduğum bir kitapta yazar seri katillerin tanımını bu şekilde yapmıştı. Şimdiye kadar yaşamış, yakalanmış ya da yakalanmamış her seri katilin hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Onlar birer akıl hastası mıdır? Yoksa birer dahi mi? Aslında iki tabir de tam olarak onları yansıtmıyor. Aksine seri katiller daha çok sosyopati ya da psikopati gibi anti sosyal kişilik bozukluğu sergilerler ki bu da otoritelerce ruhsal hastalık olarak kabul edilmez. Şimdi bu satırları okurken bu adam bize neden bunları anlatıyor diye aklınızdan geçiriyorsunuzdur. Ben de biraz önce size anlattığım seri katillerden birisiyim. Türkiye'nin ilk seri katili olma ünvanını ne yazık ki taşımıyorum, zaten bu işe başlarken böyle bir amacım da yoktu. Benim amacım sadece dünyayı daha güzel ve daha yaşanır bir yer haline getirmek. Kurbanlarımı da bu doğrultuda özenle seçiyorum. Zaten tüm seri katillerin de kafalarından geçen şey bu değil midir? Yasaların onlar için bir değeri yoktur. Ahlaki değerlere de bağlı değildirler. Başkalarının haklarını tanımazlar, pişmanlık ve suçluluk hissetmezler, şiddet içeren davranışlara karşı eğilim gösterirler. Şimdi gelelim asıl mevzumuza; Ben bu işi yaklaşık üç senedir icra ediyorum, hala yakalanmadığıma göre oldukça başarılı görebilirim kendimi. Şimdiye kadar polis çoktan peşime düştü, her ildeki emniyet birimleri benim robot resimlerimle dolu ve bu resimlerin hiçbirisi de üzülerek söylüyorum ki bana benzemiyorlar. Bunları size anlatmamın asıl sebebi; artık günlerimin sonuna geliyor olmam. Hayır, amansız bir hastalığa yakalanmadım. Doktorlar bana 6 ay ömür biçmediler. Başıma gelecekler aslında her seri katilin kaderinde olan şeyler; polis tarafından yakalanmak ya da öldürülmek... Size günah çıkartmayacağım. Anlatacağım şeyleri son vasiyetim olarak görebilirsiniz. Aslında siz değerli okuyuculara, gençlere bir örnek teşkil etmek istiyorum. Benim amaçlarımı, gerçekleştirdiklerimi tam olarak idrak edebilirseniz siz de benim yaptıklarımı yapma cesaretini bulabilirsiniz. Bu yüzden size hikayeyi en başından anlatacağım.
Konyalı bir ailenin iki çocuğundan ilki olarak 2003 yılının soğuk bir Şubat akşamı dünyaya geldim. Konyalı ailelerin çoğu gibi benim ailem de dini bütün bir aileydi. Dini bütün dediysem aklınıza öyle tutucu bir aile getirmeyin, ne de olsa burası Celaleddin Rumi'nin memleketi olduğundan olsa gerek "herkes kendi inancından ve yaptıklarından sorumlu tutulur" ve "kim olursan ol kabulümüzsün" tadında bir inanç sistemi içinde büyüdüm. İlk okuldan liseyi bitirene kadar da Konya'da yaşadım. İlkokul'a giderken ailem beni kuran kursuna göndermişti. Kuran kursu demişken de öyle bildiğimiz sadece cüzün öğretildiği, kuran alfabesinin öğretildiği yerler değildir. Ayetleri tefsirleri ile birlikte açıklayarak, bilimsel dayanaklarla bağdaştırarak öğretirler. Ya da en azından benim gittiğim kurs bu şekilde bir öğretim yoluna gitmişti, bilemiyorum. Belki de bize ders veren Faruk hoca hurafelerden çok ilime önem veren bir insandır, o zamanlar küçük bir çocuk olduğum ve aklım böyle şeyleri düşünemeyecek kadar boş işlerle meşgul olduğu için üzerine pek kafa yormamıştım. Ailem de eğitime çok önem verirdi. Bunun sebebi biraz da babamın öğretmen olmasından kaynaklanıyordu tabi. Kendisi bizim lisede din öğretmeniydi. En çok istediği şeylerden biri de benim de onun gibi bir öğretmen olmamdı. Gerçi insanın her istediği ne yazık ki olmuyor, ben de üniversitede Marmara Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nü kazandığımda biraz hayal kırıklığına uğrasa da beni tebrik etti. O yaz sonunda İstanbul'a geldik, önce kayıt işlemlerimi hallettik daha sonra da Şişli Erkek Öğrenci yurduna kaydımı yaptırdık. Burayı seçmemizin sebebi hem merkezi olması hem de üniversiteye ulaşımın kolay olmasıydı. Daha sonra Konya'ya dönüp eşyalarımı topladım, annem ve babam ile helalleşip yabancısı olduğum bir şehre ve yepyeni bir hayata doğru yelken açtım. Konya-İstanbul treninin üçüncü vagonunda 4A numaralı cam kenarı koltukta dışarıyı izleyip yeni hayatımın hayalini kurarken, ileriki yıllarda başıma geleceklerden habersizdim. Üniversiteye başladığım sene, yani 2013 yılının Eylül ayında İstanbul büyük bir karışıklıktan yeni çıkmıştı. Gezi olayları olarak adlandırılan ve Konya'da televizyonda izlediğim kadarıyla bir avuç kendini bilmez çapulcunun devletine karşı ayaklanması olayı henüz sona ermişti ama yankıları hala sürüyordu. Her televizyon kanalında anarşistler, çapulcular, dış mihraklar olarak lanse edilen gençlerle o sene üniversitemin ilk sınıfında tanışma fırsatı bulmuştum ve söyleyebileceğim kadarıyla onlar hiç de televizyonda bahsettikleri gibi kötü insanlar değillerdi. Hatta tanıştıklarımın neredeyse tamamı siyasetle alakası olmayan insanlardı. O gün anladım televizyonda seyrettiğim ya da gazetelerde okuduğum her şeye körü körüne inanmamam gerektiğini. Çoğuyla da iyi arkadaş oldum. Üniversite ortamı ne kadar sıcak ve doğalsa dışarıdaki yaşam bir o kadar karmaşıktı benim için. 1 milyon nüfusa sahip Konya'dan çıkıp 20 milyon insanın yaşadığı İstanbul şehrine gelmek tam bir kültür şoku olmuştu benim için. Amerikalıların tabiriyle "homesick" dedikleri vatan hasreti hastalığına yakalanmıştım. Kalabalık, yerlere tüküren, çöplerini çevreye atan, birbirlerine saygısı olmayan bir insan yığını... Komşuluğun olmadığı, sevginin yok olduğu, betonlaşmanın bir virüs gibi yayıldığı kocaman bir şehir... Sadece bir turist olarak gelindiğinde zevk alınabilecek bir şehir, o da belli başlı yerlerini ziyaret edip de çok uzun süre kalmazsan tabi. Ben de kısa sürede her İstanbullu gibi bu şehirden nefret eder hale gelmiş ve yine her İstanbullu gibi bu şehri terk edemeyecektim. Ruhsal olarak ilk değişimim fiziksel bir temas sayesinde oldu; bir gün okuldan çıkmış eve doğru gidiyordum. Göztepe kampüsünden çıkmış, havanın güzel olduğunu fırsat bilerek Kadıköy'e kadar yürümüş ve Beşiktaş vapuruna binmiştim. Temiz boğaz havasını içime çekip İstanbul'un akşamları insanı büyüleyen o silüetini izlemek üzere dışarıya oturmuştum. Yanımdaki adam bir sigara yakmış derin derin içine çekerek ciğerlerini bayram ettirdiğini sanıyor, oysa ki onları zehirlemekten öteye gitmiyordu. Vapurda sigara içmek yasaktı ama bu şehirde yasaklar çiğnenmek için vardı. İnsanların sigara içmelerine karışacak değildim, sonuçta herkes kendi bedeninden mesuldür. İstediği gibi zehirleyebilirdi kendini, ama iş içtiğin sigara izmaritini denize atmaya gelince kafam bir anda atmıştı. Yine de nezaketi elden bırakmadan yanımdaki kişiyi uyarma gereği duymuştum. "Pardon ama bu yaptığınız çok yanlış" sözüm, "Sana ne lan! Sen ne karışıyorsun!" sözüyle cevap bulmuş, sonunda yediğim okkalı bir tokat ile son bulmuştu. Bu tokat benim hayata tüm bakışımı değiştirmiş, kulağımda "dünya böylelerinin yaşamasını hak etmiyor" sözünün çınlamasına sebep olmuştu. O günden sonra çevremdekileri daha dikkatle incelemeye başladım. Çevremdeki olaylara dikkatim ile birlikte bu şehrin insanlarına karşı tiksindim de katlanarak arttı. Bu şehirde sevilecek çok az şey bulunuyordu. Her akşam televizyonda haberleri izleyip lanetler yağdırıyordum. Tecavüzcüler, pedofili olayları, sorguya alınıp savcılık kararıyla tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan suçlular, sadece etek giydiği için sözlü ve fiziksel tacize hatta darba maruz kalan kadınlar, karısını dövenler, şehir ortasında çatışanlar, asker yolcu etmek için yolları kapatanlar, havaya kurşun sıkanlar, trafikte kavga edip birbirini bıçaklayanlar... Kafamın içi üçüncü sayfa haberleriyle dolup taşıyor, bunları düşünmekten derslerime konsantre olamıyordum. Sonunda bir akşam bir beklenen oldu ve bir sinir patlaması yaşadım. Olay tam olarak şöyle gelişmişti; akşam hava almak için dışarı çıkmış, Şişli'den Maçka Parkı'na doğru ilerliyordum. İstanbul'un az kalan yeşil alanlarından biri olan Maçka Parkı'nda bir saatlik yürüyüş zihnimi toparlamama, kendimi şehrin stresinden uzaklaştırıp eski normal günlerime geri dönmeme sebep oluyordu. O akşam da yürüyüşümü tamamlamış yurda dönerken nefeslerindeki alkol kokusu 100 metreden bile alınabilen iki adamın bir genç kıza laf attığını gördüm. Yürüyüşün sakinleştirdiği zihnim bir anda tekrar karamsarlık ve öfkeyle kaplandı. Aslında her insanın yaptığı gibi görmezden gelerek, yanlarından geçip gidebilirdim ama yapmadım, yapamadım. Sanki zihnimin içinde başka biri vardı ve tüm kontrolü eline geçirmişti. O gece iki sarhoş adamı dövmüş, yurt odama geri dönmüştüm. Oda arkadaşlarım üzerimin hırpalandığını gördüğünde meraklı bir şekilde neler olup bittiğini sordular. Üzerim hırpalanmış fakat içim oldukça huzurluydu. Onlara cevap vermeden yatağa girip uzun süredir çekmediğim kadar rahat bir uyku uyudum. Ertesi gün uyandığımda içimdeki canavar kaybolmuş tekrar kendi özüme dönmüştüm. Dün akşam yaptıklarımı sorgulayarak bütün günümü geçirdim. Ailem gibi ben de inançlı bir insandım ve başka insanlara zarar vermek bizim inancımızda yoktu. Gerçi ben masum birinin belki de hayatını kurtarmıştım, ona zarar gelmesini önlemiştim fakat bunu yaparken amacım sadece kıza yardım mı etmekti? Yoksa o iki sarhoşu yaptıkları için cezalandırmak mıydı? Beynim allak bullak olmuştu. Düşünüyor, sürekli düşünüyor ama bir türlü sorularıma cevap bulamıyordum. Sonuçta bir devlet vardı, hukuk sistemi vardı ve bu sistemin suçluları yakalayıp cezalandırması gerekiyordu. Herkes benim gibi başına buyruk hareket ederse toplum içinde kaos başlardı. Anarşi kol gezerdi. Anarşi... Bu kelime bize hep kötü bir şeymiş gibi öğretildi. "Sakın ha anarşist olmayın, devletinize karşı gelmeyin. O her şeyin en iyisini bilir." Peki, tüm bunlar olurken devlet nerdeydi? Kaldırıma park etmiş araba yüzünden yola çıkmak zorunda kalan yaşlı teyzeye araba çarptığında, kısa mesafe olduğu için taksici seni almadığında, insanlar çöplerini sokaklara attığında, 12 yaşında çocuklar ailelerinin izniyle kendisinden bilmem kaç yaş büyük adamlarla evlendirildiğinde, sokakta evine doğru yürüyen bir kız sadece giydiği kıyafetten dolayı tacize yada tecavüze uğradığında, devlet neredeydi? Peki ya her şeyi devletten beklemek doğru muydu? Biz kendi kendimize bunca kötülüğü yapmamamız gerektiğini düşünemiyor muyduk? Her şey ceza ya da eğitimle mi mümkündü? İnsanların kendi beyinleri olduğuna göre bu kadar basit şeyleri düşünemiyorlar mıydı? Sonunda kendi içimde bir mutabakata vardım; Bu insanlar beyinlerini kullanamıyorlardı, yani tam olarak gelişmemişlerdi. Evrimin ilk safhasından daha geride kalmışlardı. Aynı hatalı programlanmış bilgisayarlar gibi kusurlulardı ve dünya onlar olmadan çok daha güzel bir yer haline gelirdi. Peki bu nasıl olacaktı? Kendilerine lutfedilen beyni kullanmaktan yoksun onca insan nasıl yok edilebilirdi? Bir de bunu yapmak dinde yasaklanmıştı.
"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır."
Nisa Suresi 93. Ayet
"Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur."
İsra Suresi 33. Ayet
Kafam gidip geliyordu. Ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Sonunda kararımı verdim. Kimsenin alamayacağı büyük bir sorumluluğu omuzlarıma yükleyecektim; dünyadaki insanların daha huzurlu ve güvenli yaşayabilmeleri için kendi ahretimi yakmak. Bundan böyle yaptıklarım ve yapacaklarım sonucunda Allah büyük ihtimalle beni cehennem ateşiyle cezalandıracaktı. Bunun farkındayım ve belki de yaptıklarımdan dolayı cehenneme gitmeyi hak ediyorum da fakat aldığım şimdiye kadar aldığım bütün o canlar, hepsi günahkar ve beyinlerini kullanamayacak, yaptıklarını düşünüp tartamayacak kadar kusurlu insanlardı.
Konya'da bizim yörede yaşayan ve çevre esnafın deli olarak tabir ettiği Rasim isminde biri yaşardı. Herkesin Deli Rasim olarak tanıdığı bu kişi yolda gördüklerine,"Senin ruhunu alıp Allah'a teslim edeceğim" derdi. İşte ben de canını aldığım kişilerin kulaklarına onlar ölmeden az önce bu sözleri fısıldıyorum. Deli miyim? Belki... Ama yaptıklarımı sonuna kadar savunan ve yaptıklarıma inanan birisiyim de. O günden sonra yaklaşık 150'ye yakın kişinin canını aldım ve almaya da devam ediyorum. Peki, nasıl mı yakalanmadım? Çünkü ben herhangi bir seri katil gibi belli başlı prensipler üzerinden insanları öldürmüyorum. Polis de öldürdüğüm insanlar arasındaki bağlantıyı bu sayede çözemiyor. Bir gün bir tecavüzcü öldürürken, diğer gün yere tüküren bir adamın canını alıyorum. Yaptıklarım haberlere konu olmuyor, bunun sebebi büyük ihtimalle halkın aralarında yaşayan ve polisin üç senedir peşinde olup da yakalayamadığı bir seri katil olmasını bilirlerse korkarlar ve korkuları kaosa, kaos da devlete güvenin azalmasına ve anarşiye yol açar. Sadece sosyal medya üzerinde birkaç yerde izime rastlayabilirsiniz. Size şimdilik kendim hakkında daha fazla detay vermeyeceğim.
Eğer bu satırları sonuna kadar okuduysanız artık benim kim olduğumu biliyorsunuzdur. Sizden ricam eğer başarabiliyorsanız düzgün birer insan olun, çevrenize karşı duyarlı davranın, insanları, doğayı ve hayvanları sevin. Kimseye sebepsiz yere zarar vermeyin. Kalplerini kırmayın. Ve yapabiliyorsanız benim kadar cesaretli olun ve çevrenizdeki olaylara tepkisiz kalmayın. İçinizdeki anarşist ruhu uyandırın, harekete geçirin. Her şeyi devletten beklemeyin. Ayrıca kötülük yapan insanlara da bir sözüm var; eğer yaptıklarınızdan vazgeçmezseniz eninde sonunda bir gün bir sokak arasında benimle karşılaşacak ve kaderinize boyun eğeceksiniz. Bunu bilerek yaşayın.
Hepinize sevgilerimle.
Şehrinizin seri katili.
":true�W���x�
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İstanbul'un Kahramanları
Science FictionYozlaşmış insanlar... Kalabalık... Trafik... Tecavüzcüler... Kapkaççılar... Yan kesiciler... Rüşvet alan devlet memurları... Müteahhitler... Binlerce yıllık bir şehrin içinde kendilerini onu yok etmeye adamış milyonlar... Ve bu duruma dur demek i...