Yine yalnız gecelerimden bir tanesi daha... Annem, ananemin hastalandığından beridir köy evinde onunla birlikte kalıyor. Doktorun söylediğine göre bu sefer hastalığı ciddiymiş. Başlarda hastanede kalan ananemi, doktorun, "onu daha fazla yormayalım, gitsin evinde istirahat etsin. En azından son günlerini hastane köşelerinde tüketmesin" demesinden hemen sonra evlatları arasında tek hayırlısı olan annem hastaneden çıkartarak köy evine götürmüş ve o günden beri de onunla kalıyor. Arada derslerden vakit bulduğum zamanlar da ki bu zamanlar çokça hafta sonuna denk geliyordu, ben de yaşlı ananemi ziyarete gidiyorum. Hastalığı çok ileri safhalarda... Yaşlılığıyla birlikte gelen bunaklık yüzünden de her gidişimde kendimi tekrardan tanıtmak zorunda kalıyorum. "Meryem, kim bu cici bici kız?" "Hatırlamadın mı anne? Benim kızım Duygu, torunun." "Nasıl da serpilmiş büyümüş güzelleşmiş. Sen hala evlenmedin mi yavrum? Yaşın geçiyor bak" der, daha sonra da anneme dönerek, "bu kıza hayırlı bir kısmet bulun da evlendirin artık. Ne yapacaksınız? Turşusunu mu kuracaksınız Allah aşkına. Ölmeden şu kızın mürüvvetini göreyim de gözlerim açık gitmesin" diye devam eder.
Bu konuşma belki de binlerce kez benim her ziyaretimde tekrar ederdi. Tabi ki benim fikrimin bir önemi yok. "Hayır, ben evlenmek istemiyorum, en azından bu yaşta değil." diyemez, desem de dinlemezler zaten. Evliliğe karşı olduğumu annem de biliyor ama gel de bunu babama anlat. Babama göre kız kısmının okumaya ihtiyacı yok. Bir an önce evlenip çoluğa çocuğa karışması gerekir. "16 yaşına geldi, hala kitaplarla, mekteple uğraşıyor. Sonunda ne olacaksa, bu yakında ben üniversiteye gideceğim de der şimdi. Başımıza komünist kesilecek. Bir sürü de kısmeti var, evlendirelim artık şunu" sözleriyle sürekli annemle kavga ederler. Sanıyorum ki annem olmasa şimdiye kadar çoktan evlenmiş, çocuk sahibi bile olmuştum. Annemi en çok üzen şey de beni evde babam ile bir başıma bırakmak. Neredeyse bir aydır ananem ile beraber kalıyor. Arada sırada eve gelir, benimle özlem giderir, babamı tatmin eder, o hafta yetecek kadar yemeği pişirir ve daha sonra tekrar yaşlı annesinin yanına döner. Haftada bir uğramaları olmasa babamı idare edemeyeceğini o da bilir. Gerçi babam bu durumu pek sallamıyor, onun için önemli olan eve geldiğinde yiyecek bir şeylerin olması. Erken yaşta malulen emekli olduktan sonra bütün gününü kahvede arkadaşlarıyla okey, pişpirik ve adını bilmediğim bir sürü kağıt oyunları oynayarak geçiriyor. Çoğu akşam ya dışarıda arkadaşlarıyla birlikte içer, ya da eve dönüp anneme rakı masası kurdurur. Annem gittiğinden beri rakı masası kurma işi bana kaldı. Rakı masasını kurar, daha sonra babamı yalnız bırakarak odama çekilir o çok sevdiğim aşk romanlarına gömülürüm. Aşk kitaplarını her daim çok sevmişimdir. Prensesler kadar güzel kızlar, yakışıklı kaslı erkekler arasında yaşanan ve her daim mutlu son ile biten hikayeler... Şu hayatta beni de kitaplardaki gibi seven bir erkek çıkacak mıydı? Romanlara konu olacak bir aşk yaşayabilecek miydim? Yoksa babam beni hiç tanımadığım ve asla sevemeyeceğim bir erkek ile zorla evlendirecek miydi? Geceleri uykuya daldığımda düşlerimde hep beyaz atlı prensimi görmek istedim ama o şimdiye dek ortaya çıkmamıştı.
Babam beni hiç sevmedi. Bunun neden olduğunu inanın bilmiyorum. Belki de bir erkek çocuk istiyordu ama Allah baba ona benim gibi işe yaramaz bir kız çocuğu vermişti. Benim doğduğum o elem dolu günden beri ne beni ne annemi ne de Allah'ı artık sevmiyor. Oysa ben babamı çok severdim ve hep onun beni sevmesini isterdim. Her gece yatmadan önce ertesi gün babamın gelip beni öperek uyandırması için dua ederek yatağa girerdim. Artık gelmemesi için dua ediyorum. Bilmiyorum, belki de dualarım kabul oldu ya da tam tersine lanetlendim. Bütün bunların sorumlusu rüyamda gördüğüm gizemli adam olmuştu. Annemin konu komşuyla yaptıkları günlerden duyduğum kadarıyla bir aksakallı dede kimi zaman insanların rüyalarına girerek kimi zaman da gerçekten kanlı canlı karşılarına çıkarmış. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderir, muhtaçlara ve darda kalmışlara yardım edermiş. Fakat benim rüyama giren kişinin aksakalları yoktu. Tam tersine çok şık bir takım elbise giymiş, daha yeni tıraşlanmış yüzünde insanı baştan çıkarabilecek bir gülümseme olan yirmili yaşlarının ortasında yakışıklı birisiydi. Tam aşık olacağım türden, romanlardan fırlayıp gelmiş bir prens gibiydi. Tek eksiği beyaz atının olmamasıydı. Her zamanki gibi kafede tek başıma oturmuş, önümde artık içilmemekten dolayı soğumuş kahvem ile birlikte etrafta beni fark edip, yalnızlığıma son verecek o erkeği bekliyordum. Evet, ben rüyalarımda bile yalnız bir kızdım. O esnada garson masama doğru gelip kahveyi göstererek, "Devam ediyor musunuz? Alayım mı?" dedi. Bir an kafamı kaldırıp başımda duran genç garson ile göz göze geldim. Belki de aradığım erkek o idi. Uzun süre garsona sessizce bakmış olacağım ki söylediği sözleri tekrar etme gereği duydu. "Kahveye devam ediyor musunuz acaba?" Onun da tek ilgilendiği önümde duran kahve olmuştu. Soğumuş bir kahve bile benden daha değerliydi onun gözünde. "Alabilirsiniz, teşekkürler" dedim ve kafamı öne eğerek tekrar yalnızlığımın içinde boğulmaya devam ettim. İnsan, rüyalarında da mutlu olamayacaksa nerede mutlu olabilirdi ki? "İnşallah bir daha hiç uyanmam" diye dua ettim içimden. Artık bu içimdeki sevgisizlik acısı bir son bulsun istiyordum. Tam bu esnada karşımdaki sandalyenin hareket ettiğini fark ettim. Kafamı kaldırdığımda hayatımın geri kalanını değiştirecek o gizemli adamı ilk kez gördüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İstanbul'un Kahramanları
Science FictionYozlaşmış insanlar... Kalabalık... Trafik... Tecavüzcüler... Kapkaççılar... Yan kesiciler... Rüşvet alan devlet memurları... Müteahhitler... Binlerce yıllık bir şehrin içinde kendilerini onu yok etmeye adamış milyonlar... Ve bu duruma dur demek i...