Leyla ile Kefs'in hikayesini duymuş muydunuz? Hani şu kavuşamayanların hikayesi. Gerçek aşkın arayışı... Kefs ve Leyla birbirlerini görür görmez aşık olurlar da Leyla'nın annesi Kefs ile evlenmesini istemediği için kızını okuldan alır ve uzaklara kaçırır. Hikayenin devamında Kefs aşkından deliye döner, çöllere düşer, Mecnun olur. İşte benim hikayem de bundan beş yüz sene önce, 1535 senesinde Fuzuli tarafından kaleme alınmış mesneviye benzer. Tek farkı ben bir kıza değil de bir hayale aşık olmuş, aşkımın peşinde yollara düşmüştüm. Şimdi sizlere kendi hikayemi birinci ağızdan anlatacağım, anlatacağım ki bundan bin sene sonra siz de benim hikayemi okuyabilesiniz. Aşkın ne olduğunu bilesiniz.
Her şey bundan üç sene önce başlamıştı. Birkaç atarlı devlet yöneticisinin birbirlerine diklenmesi sonucu patlak veren Üçüncü Dünya Savaşı bir sene kısa bir süre de bitmiş, dünya nüfusunun neredeyse üçte ikisi bu savaş sonucunda yok olmuştu. Tarih derslerinde öğretilen savaşlar sopalarla başlar, kılıçlar ve oklar ile devam eder, tanklar, tüfekler ve savaş uçakları ile son bulurdu. Günümüzde ise tek bir tuş tüm dünyanın yok olmasını sağlayabilirdi, ve öyle de oldu. Nükleer füzyonun kullanılmasıyla birlikte güçlendirilmiş, yüksek yok etme gücüne sahip silahlar tek bir tuşa basılmasıyla birlikte saklı bulundukları dehlizlerden çıkarak havada süzülmüş ve kentlerin üzerlerine yağmur gibi yağmıştı. Sadece bir tanesi bile koca kentleri ve milyonlarca insanı yok edebilecek olan bu silahlardan yüzlercesi gökyüzünden kentlerin üzerine düştüğünde insanların kaçacak, saklanacak bir yerleri yoktu. Hani mitoloji de bahsedilen kanatlı ağzından ateşler püskürten korkunç ejderhalar köylere saldırıp yüzlerce insanı alevleriyle yok ederler ya tam da böyle bir durumdu yaşadıklarımız. Ejderhalar gibiydi üzerimize yağan füzeler. Yıllarca uyudukları dehlizlerinden çılgın bir büyücü tarafından uyandırılmış, kontrol altına alınıp insanlığın üzerine gazap getirmek üzere salınmıştı. Önce şehirler yok oldu, yıllarca biriktirdikleri tüm tarih ile birlikte. Sonra şehirlerde yaşayan insanlar öldü. Aileler, çocuklar, aşıklar, berduşlar... Yaşadığı hayattan bıkan ve ölmeye karar veren bir meczup kendini asmak için evinin tavanına astığı ilmiği boynuna geçirdiği sırada camından giren alevler etrafını sardı. Kendi ölümümüzü bile istediğimiz şekilde gerçekleştiremez olmuştuk. Bir çocuk vardı parkta salıncak sırası bekleyen, sıra tam ona geldiğinde gözükmüştü korkunç ejderhalar ve daha salıncakta sallanamadan küle dönmüştü küçücük bedeni, savaşın kelime anlamını bile bilmeden tanışmıştı onun korkunç yıkımıyla. Genç bir delikanlı vardı, yıllardır aşık olduğu kıza evlenme teklif etmek üzere tek dizi üzerine çömelmiş elinde tuttuğu küçük yüzük kutusunu açacağı sırada havai fişekler gibi patlamıştı şehre düşen bomba. Alevler gökyüzünde "Benimle bir ömür ölür müsün?" yazmıştı. Alevler gökyüzünde kaybolduğunda yerden göğe yükselen milyonlarca beyaz ışık huzmesi görmüştüm. Cennetin yolunu tutmuş milyonlarca ruh... İnandıkları tanrıları onları yanlarına alıyordu. Tüm bu dehşetten kurtarıp, huzura erecekleri daha iyi bir yere götürüyordu melekler onları. Ben gökyüzüne süzülen ruhlar kadar şanslı değildim, belki de tanrılar beni bugüne kadar yaptıklarım yüzünden cezalandırıyor ve bu pis kokuşmuş dünya aleminde sonsuza kadar yaşamaya mahkum ediyorlardı. NASA'da çalışan bir uzay bilimciydim. Evrende yalnız olmadığımızı düşünen çılgın bilim insanları vardır ya hani işte ben onlardan bir tanesiydim. Bütün zamanımı evrenin dört bir yanına yayılmış yıldızları izleyerek geçirir, uzay boşluğuna mesajlar gönderirdim.
"Beni duyan birileri varsa, lütfen beni yanına alsın."
Tüm evren bu mesajımla çalkalanıyor olmalıydı. Acaba Noah'ı kurtarıp yanımıza alsak mı? Buna değer mi? diye kendi aralarında tartışıyor, fikir alışverişi yaparak bir mutabakata varmaya çalışıyorlardı. Ya da daha kötüsü evrene yolladığım bu tek mesaja cevap verebilecek kimse yoktu. O günlerden dünyanın yok oluş evresine girdiğini, bir manyağın çıkıp elinin altındaki tek bir düğme vasıtasıyla dünyayı cehenneme çevirebileceğini bilmek gecelerimin uykusuz geçmesine yetiyordu. Bu çılgınlığı görmeden önce gitmem gerekiyordu, gidemedim. Her şeye, tüm yok oluşa canlı şahit oldum. Artık en büyük kabusum da gerçek olduğuna göre geceleri huzur içinde uyuyabilirdim. Nasıl olsa bundan daha kötüsü artık gerçekleşemezdi. Dünya üzerinde bir avuç insan kalmıştık. Geride ne devletler kalmıştı, ne milletler ne de çizilmiş sanal sınırlar... Belki de böylesi daha iyi olmuştu. Artık insanoğlu yeni bir başlangıç yapabilirdi. Aynı milyonlarca yıl önce dünyaya çarpmış ve dinazorların yok olmasına ve buz çağının başlamasına vesile olmuş göktaşı gibi tanrılar bu sefer de birkaç insan vasıtasıyla dünyayı sıfırlamışlardı. Bilgisayarlardaki yeniden başlatma tuşu gibi... Hani bilgisayarınız yavaşlar, donar ve düzgün çalışmaz da bir yeniden başlatma ya da format atmanız gerekir ya aynı onun gibi bir durum... Tüm insanoğluna atılmış bir format... Kutsal kitaplarda yazılı büyük tufan gibi... Benimle aynı adı taşıyan peygamberin inşa ettiği gemiye aldığı bir avuç insan ve sonrasında gerçekleşen tufan ile birlikte tüm kötülüklerin temizlenmesi, geriye sadece saf ve temiz olanların kalması... Peki bu durumda ben ve benim gibiler yani geride kalanlar saf ve temiz olanlar mıydık? Ari ırk biz miydik? Tüm dünyayı baştan daha güzel yaratmak bizim elimizde miydi? Ölenlerin hepsi kötü ruhlar mıydı? Gökyüzünde gördüğüm onca beyaz ışık ruhları cennet yerine sonsuz azap çekecekleri cehenneme mi taşıyordu? Cehennem yerin yedi kat altında değil de tam tersine yedi kat üstünde mi bulunuyordu? Tüm bunları düşünürken uykuya daldım ve yıllar sonra ilk kez o gece rüya gördüm ve ilk kez o gece aşık oldum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İstanbul'un Kahramanları
Science FictionYozlaşmış insanlar... Kalabalık... Trafik... Tecavüzcüler... Kapkaççılar... Yan kesiciler... Rüşvet alan devlet memurları... Müteahhitler... Binlerce yıllık bir şehrin içinde kendilerini onu yok etmeye adamış milyonlar... Ve bu duruma dur demek i...