"Sen geçen gün okulda gördüğüm kızsın. Öyle değil mi?"
Normalde zaten büyük olan gözlerini iyice büyüterek bana yaklaştı. Bir cevap bekliyordu ama ben tutulmuştum. Kendimi toparlayıp konuşmak başladım.
"Evet, sanırım sen osun. Adını bilmediğim çocuk."
"Kusura bakma, ben Mert." Elini uzattı tanışmak amacıyla.
Bende elimi uzatırken titrememesine dikkat ediyordum. "Ben de Deniz. Memnun oldum. O gün için yeniden teşekkür ederim."
Son cümleyi söylememem gerektiğini, cümle ağzımdan çıktıktan sonra anlamıştım. Ama çok geçti. Tolga bunun sebebini soracaktı daha sonra ve ben de rezil olduğum o günü yeniden anlatacaktım.
"Hiç sorun değil. Bir daha öyle bir şey yaşanmasın yeterli benim için. Senin için zor bir gündü. Bu arada lütfen içeri gelin." Göründüğünden bile daha kibardı. Görüntüsü ona şımarık bir hava katıyordu. Kıvırcık koyu kahverengi saçları vardı. Dudakları vişne suyu kadar kırmızıydı ve kalındı. Benimkinden bile güzel bir burnu vardı. Ama şu an bunların hiç biri umrumda değildi.
İçeri girerken gözlerim Toprak'ı arıyordu. Onu görmemem gerektiğini biliyordum ama bir yandan da görmek için can atıyordum.
Bütün bunlardan Mert'in de haberi var mı diye merak ettim. Keşke sormayı akıl etseydim.
Koskocaman salona açılan kapıdan girdik. Mert odasına çıkmamızı orada daha rahat edeceğimizi söyledi. Üst kata çıktık zaman kaybetmeden. Hala her yerde Toprak'tan bir iz arıyordum. Ama ev derli topluydu. Hiçbir yerde dağınık bir görüntü yoktu.
Mert'in odasına ilk giren Tolga oldu. İstemeyerek de olsa ben de girdim odaya. Koyu mavi duvarlarıyla yerdeki beyaz halı büyük bir zıtlık oluşturuyordu. Ama hoş görünüyordu. Köşedeki koltuklara geçip oturduk. Mert de çalışma masasının önünde duran sandalyeye oturdu.
"Evde kimse yok mu?" İçimden geçenleri söyleyen Tolga olmuştu.
"Annemle babam dışarı çıktılar. Kardeşim evde sadece. Odasında ders çalışıyordu en son."
Kardeşim demişti, kardeşime. Kalbimin sıkıştığını hissettim. Belki yan odada kardeşim oturuyordu şu an ama ben yanına gitmek için bir şey yapmıyordum. Tolga'nın gözlerinin içine baktım. Ne istediğimi anlasın diye bekledim bir süre. Gözünü kaçırdı hemen.
Dayanamadım.
"Lavabo nerde acaba?" Ayağa kalkıp sormuştum. Garip hareket ediyordum ve dışardan bakan biri kesinlikle tuvalete gitmem gerektiğini düşünürdü.
Mert de şaşkın bir şekilde tuvaletin koridorun sonundaki sol kapı olduğunu söyledi. Teşekkür bile etmeden hızla çıktım odadan.
Sakin olmalıydım ve koskocaman koridorda bulunan beş kapıya teker teker bakmalıydım. Tuvaletin nerede olduğunu öğrenmiştim ve Mert'in odasını saymazsak geriye sadece üç kapı kalıyordu. Tam karşıdaki kapıyı açtım. Karanlıktı. Işığı aramaya uğraşmadım. Telefonu çıkarıp ışığını açtım. Ama düzgün bir şeyler göremedim. Kilerdi burası.
Kapıyı yavaşça kapatıp hemen yanındaki odanın kapısını açtım. Aydınlık bir odaydı. Pencere önünde ahşap bir masa duruyordu. Aslında odanın tamamı ahşaptı. Dolaplar, çekmeceler, küçük masalar... Çalışma odasıydı burası. Kapıyı kapattım ve çıktım. Derin bir nefes aldım. Son odaya girecektim. Burası büyük bir ihtimalle onun odasıydı.
Kapıyı yavaşça araladım. Perdeler kapalıydı. Bir yatak vardı pencere kenarında. Kapıyı biraz daha açınca bir çalışma masası gördüm. Ama oturan kimse yoktu. İçeri adımımı attım. Yine kimseyi göremedim. Oda boştu. Ama bu odanın onun odası olduğundan emindim. İçeri girip kapıyı kapattım.
Masanın üzerinde defterler vardı. Yamuk harflerle bir şeyler yazmıştı üzerlerine. Ders çalışıyordu gerçekten de ama burada değildi henüz. Yatağına doğru gittim, yastığını alıp kokladım. İçime çektim, tıpkı eskisi gibi kokuyordu. Şekerle bal karışımı bir kokuydu bu.
Hala evde olduğunu bildiğim için aşağı mutfağa inmek aklıma geldi. Yastığı bıraktım ve odadan çıktım. Biraz acele etmeye çalışarak merdivenlerden indim. Mutfağın yerini bilmiyordum. Ama aramama gerek kalmadan gelen sesler sayesinde buldum.
Derin derin nefes alarak seslerin geldiği yöne doğru yürüdüm. Kafamı hafifçe mutfak kapısından uzattığımda masadaki sürahiden su doldurmaya çalışan bir çocuğu gördüm. Arkası dönüktü.
Kıvırcık sarı saçları aynıydı. Boyu uzamıştı ve biraz zayıflamıştı. Korkutmak istemediğim için kapıyı hafifçe tıklattım. Bardağı ağzına götürürken yavaşça arkasını döndü ve beni gördü.
İlk başta tepki vermedi. Sanki bir yabancıyı görüyormuş gibi baktı. Sonra gözleri kocaman açıldı ve elindeki bardak yere düşüp binlerce parçaya ayrıldı. Cam kırıklarına basmasını istemediğim için koşarak yanına gittim. Yere çöküp kucağıma alıp sıkı sıkı sarıldım. Saçlarının kokusunu içime çektim. Gözlerimden süzülen yaşlara engel olmadım. Önemli değildi gözyaşlarım.
"Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim... Seni bıraktığım için özür dilerim Toprak."
O kadar üzgündüm ki özür dilemekten başka söyleyecek bir şey bulamıyordum.
Hıçkırarak ağladığını anladığımda omzundan tutup yüzüme bakmasını sağladım. Kıpkırmızı olmuş gözlerle bana bakıyordu.
"Özür dileme Deniz. Senin suçun yok." Hıçkırıkları arasında sadece bunları anlayabilmiştim. Gözyaşlarını sildim. Sonra yeniden sarıldım.
"Seni bir daha hiç bırakmayacağım. Söz veriyorum." Başımı boynuna gömüp ağladım.
Sonra arkamda bir ses duydum. Hızla arkamı döndüğümde Mert'in soru sorar gibi bakan bakışlarıyla karşılaştım. Diyecek sözüm yoktu. Yakalanmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BENİ BIRAKMA
قصص عامةSeni saklayacağım inan Yazdıklarımda, çizdiklerimde Şarkılarımda, sözlerimde. Sen kalacaksın kimse bilmeyecek Ve kimseler görmeyecek seni, Yaşayacaksın gözlerimde.