Düzensizce dizilmiş taştan yollar ayağımın altından geçerken Seul'ün harap edilmiş sokaklarına bakıyordum üzüntüyle. Çin ve Japonya'nın üstümüzde oynadığı oyunları unutmak mümkün değildi tarih bilgim hiçe yakın olsa da. Aslında ilgim vardı lise zamanında bu derse ancak sonrasında yavaşça kopmuştum.
Bir süre sonra ise geri dönemeyecek kadar uzun zaman geçtiğini farkına varmıştım zaten. Kore şartlarında doğru düzgün nefes almaya bile vakit yoktu gibi. Dizilerde görüldüğü gibi kolay ve zengin erkeklerle fink atacak ya da güzel kadınlarla bütün günümüzü geçirecek kadar zengin değildik. En azından ben değildim.
Bir şirkette işe girmek –hele ki en alttan başlamak- kendinizi sosyo-kültürel olarak boşlukta bulmanıza neden oluyordu. Düşüncelerim sel gibi her yana dağılıp hayatımın kitap okuduğum dönemine giderken sokak ortasındaki kavgayı görmemle oraya koşturdum. İçinde bizimkilerden biri olabileceği fikri bile kalbimin endişeyle burkulmasına neden olmuştu.
Beynim siren çanlarını çalmak için izin isterken kavga hakkında konuşan iki kişinin dediklerine kulak kabarttım.
"Yine mi bu herifler?"
"Yan dükkanın sahibi çöpünü çek diye söylenince bu sersem de atlamış lafa. Biliyorsun, zaten sevmiyordu. Kavga etsinler de azıcık hırsları dinsin."
Konunun bizimkilerle alakası olmadığını anladığımda rahatlamayla derin bir nefes aldım. Üstümdeki kara bulut aniden kaçıvermişti. Biraz daha kalabalığa yaklaşıp kavganın nasıl şekilleneceğine bakarken sağ tarafta elleri cebinde duran görmüştüm. Büyük bir sükunet ile kavgayı izliyor, çatık kaşlarıyla milletin birbirinin yakasına yapışmasını dikkatle takip ediyordu.
Hafifçe yanına yaklaşıp koluna dokundum. Aniden sıçraması hoşuma gitmişti, zayıf anları olan bir insan değildi çünkü. Fakat ardından hemen kafama vurmasıyla dudak büzmüştüm.
"Kyungsoo-yah!"
"Ya! Sen arkadaşını korkutmaya utanmıyor musun? Ne biçim insansın sen?"
Dil çıkarıp gülümsedim onun ufak isyankar hallerine. "Hayır."
Pis bakışlarıyla beni korkutmaya çalışmasına gülerek sarıldım ona arkadan. Omuzları küçüktü ve sarmalanmaya çok müsait bir yapısı vardı. Jongin'in hep bunu yapmasına şaşırmıyordum artık. Bir şey demeyince saçını karıştırıp ayrıldım ondan. Lakin onun ses çıkartmamasının sebebinin gördüğü şey olduğunu bakışlarını takip ederek anlamıştım.
Benimkiler de onunkilerin peşinden gittiğinde kapüşonlu birinin bize yaklaştığını anlamıştım. Simsiyahtı. Yüzü belli olmuyordu yine de kim olduğunu biliyorduk.
Tam önümüzde durduğunda eliyle onu takip etmemizi işaret etti. Korkumuzun olduğu bir gerçekti. Korkmamız gerektiği de. Ama attığımız adımların sonumuzu getireceğini bilememiştik.
***
"Öf! Nerede kaldılar?"
Chanyeol odanın içindeki yüzüncü turunu tamamlarken Jongin'in gözleri onu takip etmekten yorulmuştu. Kafasını yastığa iyice gömüp esnedi uyuşuklukla. Uzun olan ise ona bakıp verdiği tepkinin tam tersini yaptı, gözlerini kocaman açıp hakarete uğramışçasına dikildi karşısında.
"Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun? Senin de sevgilin yok, farkında değil mi?"
Tek gözünü tepkisel olarak açıp Chan'ı baştan aşağı süzdü esmer ve ardından tekrar kapattı.
"Ya! Kim Jongin! Seni serseri."
"Tantanayı kes. Sevgilim bana kızmadıkça düşüncesizce hareket etmez. Hatta dün geceki seksimize dayanarak söylüyorum ki sadece gezmeye dalmışlardır. Bu kadar aceleci ve heyecanlı olma."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Time Travel With Byun Baekhyun // ChanBaek
FanfictionBir gün kendini hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanışmadığı bir adamla bulan Baekhyun olanların hepsine kader diyecekti. İnancına sığınacaktı belki de. Fakat sonuç onu yalanlarla yüzleştirdiğinde gitmek kolay olacak mıydı? Bildiğiniz gerçekliği kaybed...