BÖLÜM 5

52 8 0
                                    

Bütün geceyi son aldığım Stephen King kitabını okuyarak geçirdim. Hani şu otobüste yarım bırakıp başka kitabı tercih ettiğim roman. Doktor Uyku'nun dünyası ne kadar ilgimi çekse de sabaha karşı gözlerim bana isyan edip kapanmaya başladılar. Dışarıda bir yaz fırtınası çıkmıştı. Sıcak bir esintiyi tenimde hissetmeyeli çok olmuştu. Ben yazları o kadar sevmezdim, annemin deyimiyle ben kış insanıydım. Ve tabii ki sonbahara aşıktım.

Sabah, dün gece ki fırtınadan geriye tek bir bulut bile kalmamıştı, hava açık ve güneşliydi. Oysa otobüsten indiğimde bulutlar tüm yağmuru üzerime boşaltmıştı. Doğa bunu nefretini atmak için kullanırdı. Kendisini sürekli mahveden insanlara olan sinirini bazen böyle atardı işte. Ama bazen de bunu insanlara üzüldüğü için yapardı. Öyle çok acı çekerdiniz ki gökyüzü bile sizinle ağlardı. Doğa, hayat kadar acımasız değildi. Ben bunu bilir bunu söylerim. Belki yanlış bir düşünce ama ben de ne kadar doğruyum bilmiyorum.

Birisini doğru yapan şey nedir? Ya da nelerdir? İyi bir insan olmak için değişik pek çok kriter vardır ve çoğumuz bunların en azından birkaç tanesine uyarız. En basitinden diğer canlıları sevmekle ve onlara iyi davranmakla iyi bir insan olunabilir diye düşünüyorum. Mesela ben kitapları, hayvanları ve insanları seven insanlardan hoşlanırım. İnsanların ikinci bir şansı hak ettiklerini düşünürüm. Arkadaşım Atilla'ysa benim kadar pozitif değildir. Çünkü o insanlara baktığında kötü olanları ayırmak konusunda daha iyidir. Askeri lisede okuyan bir erkeğin ciddiyetiyle süzer yeni tanıştığı insanı. Kısa bir analiz yapar kendi içinde ve ondan sonra o insanla konuşmaya devam edip etmeyeceğine karar verir. Neden bu konuda bu kadar ciddi olduğunu sormuştum ikimizde 17-18 yaşlarındayken.

"Hayatta kiminle karşılaşacağını bilemezsin. İyi zannettiğin bir insan canını herkesten daha çok yakabilir küçük hanım."

"Küçük hanım", Atilla'nın bana ismim dışındaki tek sesleniş şekliydi. Küçükken oynadığımız bir oyundan kalma bir alışkanlık.

"Ama her zaman bu kadar ciddi olamazsın. Bazen çok eğlenmen de gerekir," derdim. Ve bana yaşça ondan küçük bir kız çocuğuymuşum gibi bakardı. Dedeme neden bana küçük hanım dediğini sormuştum. Bunu dedeme sormuştum çünkü Atilla cevap olarak sadece omuzlarını silkmişti. Dedem bana bir cevap vermişti ama bana saçma gelmişti.

"Biliyorsun Atilla'nın babası asker. Ben askerken onun babasından daha rütbeliydim ve babası da bana hep "efendim" ya da "siz" diye seslenirdi. Atilla da babası gibi doğuştan asker ve benden dolayı sana saygısını böyle gösteriyor."

"Ama biz aynı yaştayız. Hem benim rütbem yok ki dede."

Tipik ben, her şeye basit ve düz haliyle bakan, altında ikinci bir anlam aramayan ben... Küçükken bir oyun oynadığımızdan bahsetmiştim. Ben hep asker olmak istemiştim. Atilla'ysa doğuştan bir askerdi. Ama oyunumuzda benim onun komutanı olmama ve operasyonları benim yönetmeme izin verirdi. Oyunda "efendim", oyun dışında "küçük hanım". Mesafeler, rütbeler... Bu yüzden askeriyeyi tercih etmekten vazgeçmiştim. Komutan olmak astlarıma emir vermekten farklı bir şey olmalıydı. Ama askeriye bunu gerektiriyordu. Komutanın sana emir verir sen de astına... O bir başkasına ve böyle devam edip gider. Askerlik Atilla için bir onur meselesiydi. Özellikle de babası şehit olduktan sonra. İyi yanından bakarsam hala bir annesi ve anneannesi var. Ve sevdiği bir işi elbette. Sahi ben ne iş yapacaktım? Kütüphanede olmak iyiydi ama tam olarak istediğim bu değildi. Edebiyat aşığıydım, iyi çizim yapardım. Zamanında amatörce de olsa bir çeviri işi almıştım ve bundan para da kazanmıştım. Evden para kazanmak, hem de sadece okuyup çeviri yaparak. İşte ben buna cennet derim. Bir bilgisayar ve internet. Ve biraz da şans gerek elbette.

Bir hafta. Atilla böyle demişti anlaşmayı yaparken. Bir hafta buradaydım ve Allah bilir ya burada kalmaya çoktan karar vermiştim. En azından burada bir evim vardı. Ve aileye en yakın şeye de sahiptim: Aile dostlarına. Emel teyze beni kendi torunundan hiç ayrı tutmamıştı. Dedem de Atilla'yı kendi torunu gibi severdi. Hatta kendi oğlu gibi. Biz iyi çocuklardık ve böyle kalmaya kararlıydık. Birbirimize sözler verdiğimiz yoktu. O bunun için fazla gerçekçiydi. Tutamayacağı sözler vermemeyi babasından öğrenmişti. Ben babamdan içmemeyi ve insanları sevmeyi öğrenmiştim. Öğretmenin dediğini yap yaptığını yapma derler, tam bizlik bir laftı bu. Kendisi eve alkollü gelen ve hır gür çıkaran bir babanın verebileceği ne ders olabilir değil mi? Ama ders almayı severseniz en kötü durumdan bile bir ders çıkartabilirsiniz. Eve alkollü gelen ve sonunda bu yüzden her şeyini kaybeden bir babanız olursa, iki seçeneğiniz olur. Ya onu örnek alır ve aynı yoldan gidersiniz ya da onun gibi olmamak için çabalar kendi yolunuzu çizersiniz. Ben ikinciyi seçmiştim Atilla'ysa birinciyi seçmekle akıllılık etmişti. İyi bir babaya sahipti. Levent abi de "iyi" adamlardandı. Tıpkı kaybettiğim diğer iyi insanlar gibi.

Kahvaltı etmek için dolabı dolduracak vaktim olmamıştı, olduysa bile ben bunu fark etmeyecek kadar üzgün ve yıkılmıştım. Ama imdadıma Emel teyze yetişti. O ağrı içindeki ayaklarıyla yolun karşısına geçip beni kahvaltıya çağırdığında dolaba ümitsizce bakıyordum. Üzerime bir tişört ve pantolon geçirip pijamalarımdan kurtulduktan sonra karşı eve geçip kapıyı çaldım. Ben uzun zamandır birileriyle oturup gerçek bir kahvaltı yapmamıştım. Her yer kızarmış ekmeğin o iştah açan kokusuyla doluydu ve sevdiğim insanlarla aynı masadayım. Bense öğrenciliğimde öğünlerimi tostla geçiştirmeye alışmıştım. Mezuniyetten sonra da pek değişen bir şey olmamıştı açıkcası.

KASABAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin