Hüzünle kaplı gecelerimin hayalinde uzun ve dağınık saçlarıyla yastığa başını koymuş bir melek uyuturdum. Sonra sabahın ilk ışıkları ile ayağa kalkmış gözlerini ovuştururken yakalardım seni. Hadi ama utanılacak bir durum yok bunda. Sensin bu cadı biliyorum diye sesimi yükseltince, daha fazla kendini böyle görmeyeyim diye gizlene gizlene ayna karşısına geçtiğini biliyorum.
Hüzünle kaplı otogarlardan başlayan yolculuklarımız vardı bizim. Üzerinde örgüden uzun bir hırka, başı öne eğik, yüzü uzun siyah saçları ile kapatmış soğuktan iki büklüm bir kız görürdüm uzaktan. Yaklaştıkça sana, sen olduğunu bilirdim. Ses etmez, öylece seyrederdim seni. Sonra yanına oturarak yine bir ayrılığın resmini çizerdik birlikte. Etraftaki bütün insanlar bizi seyrederdi.
Hiç bitmeyen seyahatlerim vardı benim. Bir şehirden uğurlar, diğerinde karşılardın. Birinde hüzünlerim olurdun diğerinde sevinçlerim. Sen giderdin başka bir şehirden bambaşka bir şehre; ben seni uğurlar, diğerinde karşılardım.
Aynı büfeden sen bir küçük su alırdın bense bir paket sigara. Aynı otogarlarda buluşurduk, farklı farklı zamanlarda... Anlık gidişlerin vardı senin. Gittiğini hissetmez, döneceğini bilir, beklerdim.
Şimdi yalnız kaldı otogarlar farkında mısın?
Dört köşeli bir çerçeveye hapsolduğumuza inanırdık. "Haddini bil burada yaşa" diyordu bize kader. Boşuna çabalama çıkmazsın buradan dedikçe bir inatla yürüyüp geçmek, vurup yıkmak, koşup üstünden atlamak gelirdi içimizden. Duvarlara değince bir parçamız her seferinde kopup kalırdı. Aşkı en içten duygularla yaşasak da aşk bize haramdı biliyorduk. Yüreklerimize söz dinletemedik, haddimizi aştık.
Sonu hüzünle bitecek bir aşkın pişmeden yanmasını beklemek kadar acı veriyordu ardı ardına sıralanan sıkıcı zannettiğimiz günler. "Ne oldu?" diye sorardım bir türlü söylemezdin derdini.
Yapma ama böyle Meleğim, senin derdinle dertlenmek kadar önemli bir şey olamazdı bu hayatta. Kollarını göğsünde kenetlemiş; gözlerin ufka bakarken zamanın yaklaştığını hissediyor görüyorduk.
Evet derdimizle dertlenmek sevgimizi bir kat daha arttırsa da biçare acizliğimize yenik düşeceğimiz korkusu kaplıyordu bedenimizi.
Her ne kadar sessizce bu zamanı tüketmeyelim diye çabalasak da umudumuzu yitirmişiz ya, kimileri yarınları büyük umutlarla beklerken yarınlar bizim korkumuz olurdu. Ve şimdi büyük korkularla beklediğimiz yarınlar etrafımızı sardı. Kaybettiğimiz mutluluk birimizin mutsuzluğuna bağlı olarak gelişmesi gereken bir olguydu. Oysa biz sadece seyrediyorduk.
Küçük şeylerden de mutlu olabiliyorduk. Mesela kahvede gelen çayın iki tabaklı çıkması gibi."Bir umut işte" Derdim kendi kendime. Hatta hatırlar mısın köşe başındaki mısırcıdan bir bardak mısır almıştık; bardağımda çift kaşık çıkınca nasılda mutlu olmuştuk. Hiç bir şey görmüyordu gözümüz, birbirimizden kopmayalım diye sayfa sayfa burçlara bakardık.
Geçen günler senden sonra ilk defa yine parmağımı kestim. Hüzünlenmekle gülmek arasında öylece gittim geldim. Akşam yemeklerimizin Salatasını yapmak neden her zaman bana kalırdı bilmem ama o kısacık an, dertlerimizden uzaklaştırırdı bizi. Solak bir adamdan ancak bu kadar aşçı olurdu işte. Şimdi yemeklerinin yanında salata var mı bilmiyorum ya da acemi bir aşçının kanayan parmağına yine yarabandı sarıyor musun? Merak ediyorum.
Sen gittin, havalar soğudu. Üşüyorum durmadan.Paltomu ilikliyor sıkı sıkı sarıyorum kendime.
Eski gittiğimiz çay bahçesine gidiyorum bu aralar. İnsanlar konuşuyor ben kulak misafiri oluyorum. Bugün yan masada oturanlardan birisi "Nedendir bilinmez bu şehrin balıkları çok büyük oluyormuş" deyiverdi. Kendimce gülümsedim. Son bir yudum daha içtim soğumuş çay bardağından; boş gözlerle etrafı seyrettim. Taş Köprünün soğuk demirlerinde bir kız gördüm. Tutundu boyası eskimiş demirlere. Öylece aşağıya bakıverdi. Önce korktum fakat sonra anladım. O'nun da yosun tutmuştu umutları, tıpkı bizimkisi gibi. Ve sonra nihayet İçinde biriktirdiği hasreti boşluğa ağlayarak bırakıverdi. Önce coşkun akan sulara karıştı hasretler, sonra suyun yüzüne çıkıverdi. Herkes ne olacak şimdi diye merak edip beklerken bir martı geldi; bütün umutları kaptığı gibi kanatlandı, yükseldi yükseldi gözden kayboluverdi.
Hasretlik işte... Benimkileri de o şehrin balıkları tüketivermişti.
Ne yer ne içer diye merak etmişsin yokluğunda, öyle diyorlar gelenler.
Geceleri soğuk oluyor bu aralar, kalın bişeyler giyiyor, idare ediyorum. Çok beceremiyorum ütü yapmasını ama az kaldı öğreniyorum. Çok sık değiştirmiyorum yatağın çarşafını keza uyuyamıyorum. Diğer çalışanlar uğruyor zaman zaman "Ağabey, yemek çorba falan istersen getirelim, aç mısın? Bir şey yemedin" diyorlar. Teşekkür edip aç değilim diyorum dinlemiyorlar.
Ahh bu çocuklar adamı rahat rahat duygulandırmıyorlar.
Son olarak varlığına ulaşmak adına çok sevdiğin papatyalardan bir demet toplayacağım sana. Sen olmasan da papatyalar kokunu yayıyor etrafa. Gözlerimi kapatıp koşuyorum kırlara doğru. Onlardan taç yapacağım sana işte. İyi bak onlara. Kurumasınlar papatyalar.
Kurumasınlar olur mu?
(AS)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRINTI
Short StoryYan masada oturanlardan birisi "nedendir bilinmez bu şehrin balıkları çok büyük oluyormuş" dedi. kendimce gülümsedim. son bir yudum daha içtim soğumuş çay bardağindan. Boş gözlerle etrafi seyrettim. Taş köprünün soğuk demirlerinde bir kız gördüm. Tu...