Ben de kendimi yere atarak solumdaki ufacık duvar parçasına sürünmeye başladım. Tüm odak bendeydi. Yanımdan tonla mermi geçiyordu. Olabildiğince hızlı süründüm. Oraya geldiğimde bacağımdan ufak bir hasar aldığımı fark ettim. Kafamı kaldıramıyordum bile. Çünkü her tarafımdan mermiler geçiyordu.
Bir dakika sonra duvara çarpan mermi sesleri kesildi. Nehire doğru baktım. Tanrım! Ne manzara idi bu böyle! Her yer gemi kalıntısı, savaş uçağı. Çok değil, 5 yıl önce Stalingrad'ı ziyaret ettiğimde ne güzeldi burası. Hatırlıyorum. Silah temin noktalarının hizasında bir banka oturmuş denizi izlerken çayımı içmiştim.
Ah, ne kötüydü savaş! 5 yıl önce şu güzelim nehir kenarında otururken şimdi neredeyse aynı yerde ölmek üzereyim. İnsan niye birbirini katleder ki şu doğal güzellikler arasında? Ne için? Petrol? Para? Zevk? Huzur? Çıkar? Hepsi olabilir hepsi... O an aklım almıyordu ama bunların hiçbirini.
Tek merak ettiğim bu lanet yerde neden ölmek zorunda olduğumdu. Vakit gelmişti. Artık popomu kaldırmak zorundaydım. Yoksa burada bir Sovyet subay ya da yüzbaşı beni biçecekti. İleri gitmediğim, savaşmadığım için. Son duamı edip kalkacaktım ki bir anda yer sarsılmaya başladı. Her tarafa toplar, füzeler yağıyordu. Özellikle direnç mevzilerine, Nazilerin üstüne.
Anladım. Bunlar bizimkilerdi. Bizimkilerin füzesi, bizimkilerin topuydu. Yer öyle bir sarsılıyordu ki anlatsam da anlayamazsınız. Yaşamak gerek. Sanki birisi göğsüme balyoz indiriyordu. Yok yok balyoz da değil, direk havan topu atıyordu göğsüme. Bir dakika boyunca ellerim kafamda, oturur vaziyette bekledim. Sarsılmalar bitince herkes bağırarak ileri koşmaya başladı. Hafif sarsıntılar devam ediyordu hala. Anlaşılan diğer kıyılara da bombardımanlar yapılıyordu.
Bacağımı önemsemeyerek bende ileri koşmaya başladım. Yerden bir tüfek buldum. İçinde salt 6 mermi vardı. Ne olur ne olmaz aldım onu. Şehrin içlerine doğru ilerleyebilirdik artık. Ama ilk önce en öndeki binaları temizlemek lazımdı. Yıkık dökük binalara bulduğumuz boşluklardan girmeye başladık. Etrafımdakilerin bazıları benim gibi yaralıydı ama bunu önemsemiyorlardı. Artık manga kavramı yoktu. Her bulduğumuz yurttaşla adeta bir manga olmalıydık.
O binaya 5 kişi girdik. Alt kat temizdi. Üst kata merdivenden çıktık. Odalara dağıldık. İlk girdiğim odada bir Alman asker vardı. Elleri yukarıda, benden af diliyordu. Emir kulu olduğunu söylüyordu. Heyecandan elim titremeye başladı. Tüfeğimi doğrulttum. Basitçe nişan aldım. Aklıma annemin babamın cayır cayır yanışını getirdim. Kendi kendime kabullendim: Savaşta acıma diye bir şey yoktur! Bu kadar!
Saniyeler sonra öldürdüğüm askerin tüfeğini ve mermilerini aldım. Daha güçlüydüm artık. Diğer odalara da diğer yurttaşlarım baktı. Bina temizdi gidebilirdik artık. Binanın öteki kapısından çıktık ve şehrin içlerine doğru ilerledik. Sokaklarda bir sürü yurttaşla birleştik. Daha kalabalık olmak insana daha fazla güven veriyordu. Tekrardan binalara dağıldık. Çok fazla ilerlemeyecektik çünkü görevimiz şehrin en ön saflarındaki binaları temizleyip geri gelmekti.
Bir binanın kapısı kapalıydı. Tekmeleyerek açtım. En önde ben diğer yurttaşlarımla beraber içeri girdik. Tam önümüzde yukarı çıkan bir merdiven vardı. Sağda ve solda simetrik odalar vardı. İlk katın dört odasına baktık. Merdivene gelip yukarı çıktık. İkinci kat da alt katın kopyasıydı. Aynı iş-lemleri orada da yaptık üçüncü kata geldiğimizdeyse bizi bir Nazi karşıladı. Merdivenin hemen yanındaydı. Önümdeki yurttaşımı yaraladı bense onu öldürdüm. Öldürdüğüm asker sayısı ikiye çıkmıştı.
Üçüncü katı da tamamen temizledikten sonra aşağıya indik ve az önce çıkarma yaptığımız yere koşarak döndük. Çavuş Kolarov'u buldum. Beni görünce sevindi:
-Demek ölmedin ha! Aferin Alexei, aferin sana. Görevin neydi senin bizim mangada?
-Avcı eriydim efendim. Tüfeğim var. Yenisini istemez.
-Güzel. Şimdi 5 - 6 saat boyunca ister uyu, ister sohbet et. Serbestsin! Ha dur! Serbest değilsin. Şu gemilerden gelen silahları falan taşı.
Asker selamı verip çavuşun yanından ayrıldım. Aslında bacağımdaki yarayı bahane edebilirdim. Ama olsun. İş yapmak lazımdı. Bacağımın ağrısı iyice artıncaya kadar taşıma işlemine devam ettim. Daha sonra savaş alanında sağlıkçı aramaya başladım. Boş bir tane buldum. Hemen ayağımı tedaviye başladı. Canım bazen yandı, bazen rahatladım. İki dakikada işini halletmişti. Bana iyi şanslar dileyip bir şey dememe fırsat bırakmadan yanımdan ayrıldı.
Kendi başıma kalınca düşünmeye başladım. Neden burada olduğumu sorguladım. Zhirkov'u hatırladım. Beş dakika sürmemişti dostluğumuz. Yok olup gitmişti. Kahraman olup gitmişti.
Herkesin kendisini hatırlayacağını zannediyordu zavallı. Hayır efendim! Olmaz öyle şey. Bu lanet savaşta ölüp giden neredeyse hiçbir er hatırlanmaz. Sadece en üsttekiler hatırlanacak. Biliyorum! Milyonlarca insan ölecek savaşta ama sadece üsttekiler hatırlanacak. Adım gibi eminim! Beni de kimse hatırlamayacak. Ama savaşmak zorundayım. Yoksa kesin ölürüm. Subaylarım vurur beni. Etrafta haberciler bağırmaya başladı:
-Luftwaffe (Alman Savaş Uçakları genel adı) geri çekildi. Ama bombalamaya hazırlar. Muhtemelen önümüzdeki iki üç gün boyunca şehri bombalayacaklar. Tekrar ediyorum...
Aklıma dank etmişti: Almanlar teknik olarak bizden üstünlerdi. Uçak olsun, tank olsun. Hala avantajlılardı. Ufacık bir geri çekilme onları bitirmezdi. Asıl kıyamet şimdi başlıyordu aslında.
Kendime bir duvar parçası buldum. Tam emin değildim ama galiba bu az önce saklandığım duvar parçasıydı. Ne ilginçti bu! Az önce öleceğim yerde şimdi kıvrılıp uyuyacaktım.
Çok ilginçti savaş çok! Ama bir o kadar da korkunç...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İntikamın Çağrısı
Historical Fictionİkinci Dünya Savaşı'nda Doğu Cephesi'nde savaşan bir Sovyet askerin günlüğüdür. Bu asker ailesinin canlı canlı yanarak ölüşünü görmüş ve bunun sorumlularından intikam almaya ant içmiştir.