Yaşadığımız süre boyunca, yediğimiz bütün çelmelerin en yakınlarımız tarafından bize hediye edilmesi, Tanrı'nın bir laneti değil, iyilik düşüncesidir. Her düştüğünde seni düşüren kişinin sana yakın olması acıttı canını, yara olmuş oluk oluk kan akan diz kapakların değil. Eh, Tanrı sana defalarca demedi mi? En yakının bile olsa, güvenme.
Bu yüzdendir sürekli düşme sebebimiz; güvendiklerimizin kendi dışında hiç kimseyi düşünmemesi, bizi de yakar. Hep düşer, düşüren kişinin ellerini ararız.
İnsanın yenilgisi hep kendinedir aslında, akıllan(a)maz bundan sonra da.
Jongdae, yatağının üstüne çökmüş, içli içli ağlıyordu. Jongdae hep ağlıyordu aslına bakarsanız. Kilitli kapının arkasındaki annesi oğlunun bu hâle gelmesine neyin sebep olduğunu düşünüyor ve kahroluyordu. Ne Jongdae, ne de başka kimseler annelerin böyle olduğunu bilmezdi mesela; ben de bilmezdim, annem böyle değildi çünkü. Neyse ki, Jongdae şanslı bir evlattı. Annesinin tek hazinesiydi ve ona bir şey olmasına olanak vermek istemiyordu.
"Jongdae," dedi pes ederken. "Eğer konuşmak istersen buradayım, yüz yüze konuşmak zorunda değiliz. Kapı kapalı kalabilir ama yalvarırım konuş benimle."
Ağlayan oğlan, duymuyordu ki annesini. Kendine olan yenilgisi çok öfkelendiriyordu onu. Her seferinde aynısı oluyordu ve Jongdae bundan usanmıştı. Yatağında biraz döndükten sonra net bir sesle, "Bir şey yok anne, sinirlerim bozuk sanırım ondan ağlıyorum. Daha sonra konuşuruz." dedi ve perdeleri açık penceresinden dışarıya baktı.
Sevgi kutsal bir kavramdır derdim her zaman. Sevginin kutsal olmasının yanı sıra zehirli bir şekilde hızla yayılıp değişik evrelere geçtiğini yeni fark edebilmiştim açıkçası. Bu yüzden, çok sevmek kendimize yapabileceğimiz en büyük aptallık oluyordu, bunu çok iyi biliyordum fakat yeni hatırlayabilmiştim.
Çok sevmek, zayıf bünyeye ağır gelir. Zehirli ve çabuk yayılan bu kavram, tüm iç organlarınızı yakar, sonunda ne yapacağınızı bilemediğiniz bir aptala dönüştürür sizi.
Jongdae, saatlerce öylece baktı penceresinden dışarıya. Annesi de susmuştu. Bitmeyen tek şey gözyaşlarıydı, sürekli yenileniyordu.
Gözleri kırmızı bir şekilde, pencerenin arkasında kalan bedene takıldı. Byun Baekhyun, kendisine bakıp ağlıyordu. Sarhoş, diye düşündü Jongdae, ama hep güzel.
Byun Baekhyun yaptıklarının telafisini düşünmezdi. Yaptığı itliklerin Jongdae tarafından bilindiğini de bilmezdi. Jongdae çocuksu biriydi, bu yüzden ota boka trip atıyor diye düşünürdü Baekhyun.
Jongdae çocuksuydu lâkin Baekhyun'ın, kendi bedeninde dolaşması gerekirken başka tenlerde dolaşan güzel ve zarif ellerinin günahını öğrendikten sonra acı çekerek büyümeye başlamıştı. Acıyla büyürken, Baekhyun hiçbir şey olmamış gibi hâlâ onun yüzüne bakıyor ve Jongdae tarafından güzel sevgiden bir yorgan örtünüyordu üstüne. Baekhyun, Jongdae'yi cidden seviyordu.
Sevmek her şeye engel olur mu? Bunu düşünmedim hiç fakat sanırım engel değildir çünkü canımızın böyle tatlı yanmasına mâni olamamışız, değil mi?
Jongdae, büyüyüp tüm gerçeklerle karşı karşıya kaldığında, ağlayarak kaçıyordu onlardan. Seviyordu, sevmeyi seviyordu ve tüm gerçekleri kör ediyordu kendisine. Ağlamasına engel olamamış olması da, 21 senelik yaşam mücadelesinin birikmişliğiydi onun düşüncesine göre.
Hava soğuktu, Baekhyun için hava hep soğuktu. Jongdae dayanamadı yine, kendi vicdanını zincirlemek adına kendisini biraz daha yok ederken bahaneler sundu aklına. Açtı pencereyi, baktı yüzüne uzunca. İki oğlan hızlıca tekrar odanın içine geçmiş, pencere tekrar kapanmıştı.
Jongdae, Baekhyun'a baktı yine. Yüzü güzeldi. İlginçtir ki biliyordu kalbi de güzeldi. Ulaşamıyordu ki, kalbine. Belki ulaşsa biterdi bu gözyaşları.
Baekhyun, zayıf bacaklarını tartamayıp onun önünde çöktüğünde, gözlerini boncuk gibi parlatan göz yaşları birer birer düşmüştü yanaklarına. Jongdae öylece duruyor, penceresinin yansımasından kendilerine bakıyordu. Belki de, dedi kendi içinden çok mutlu olmak için, çok üzülmek gerekiyordur.
Dizlerine sarılan oğlanın saçlarının arasında dolaştırdı ellerini usulca, "Ağlama," dedi. "Ağlamak yakışmaz sana."
Baekhyun, kafasını kaldırdı ve baktı sarıldığı oğlanın cennet yüzüne. "Sana yakıştığını kim söyledi öyleyse?" diye sordu korkarak.
Jongdae, dudaklarını kemirdi yeniden ağlamamak için. O da yere oturdu, canını tatlı tatlı yakan oğlanın yanaklarını avuçladı küçük elleriyle. "Sen," dedi titrek bir ses tonuyla. Bariz bir şekilde, aniden gelen cesareti bile ürkütüyordu onu. "Sen ağlamayı yakıştırdın bana."
Baekhyun kafasını eğmek istedi, yanaklarını avuçlayan eller izin vermedi, bakamadı yüzüne. Sarhoşluktan mıdır bilinmez, duyguları gün yüzüne çıkmıştı. Kalbinin acıdığını hissetti, ne de çok zarar veriyordu etrafına!
Belli belirsiz bir özür cümlesi koptu dudaklarından. Jongdae göz yaşlarını omzuna sildi, onu öldürmeye niyetli oğlana kendisini ne diye güçlü göstermeye çalışıyordu anlam veremedi ama gülümsedi, "Geç kalır bazen pişmanlıklar."
Baekhyun kafasını, yanaklarındaki ellerden birine doğru yatırdı, işkence kadar yavaş ancak çok tatlı bir uyuşuklukla kafasını oynattı, "Sevsene beni, çok ihtiyacım var bu gece."
Kalbi kırık oğlan, Keşke sen de beni sevsen de unutsam şu kırgınlıklarımı diye geçirdi içinden daha sonra kollarını açtı ikiletmeden. Baekhyun kedi gibi kalbi kırık oğlanın kolları arasına girdi ve gözyaşlarını saklamadı daha fazla. Kalbi kırık oğlan yavaşça olduğu yerde sallanırken kolları önündeki bedeni sıkıca sarmış, dudakları saçlarından sayısız öpücük çalmaya konumlanmıştı.
Bir aralık penceresinden yansımalarına baktı ve ay kadar parlak gülümsemesi odasını aydınlattı. Hep böyle olsalar pek güzel olurlarmış.
Ancak onlar bilmezdi çoğu şeyi, bunu da bilmiyormuş gibi yaptılar.
Flash back sonu—
—
—bdt.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
i'll search the universe :: baekchen
Fanfiction[𝙗𝙤𝙮 ×𝙗𝙤𝙮] ❀ [𝘣𝘢𝘦𝘬𝘩𝘺𝘶𝘯 ×𝘫𝘰𝘯𝘨𝘥𝘢𝘦] byunbaek: Tüm evreni arayacağım seni yeniden bulana dek. -tamamlandı.