when u smile

307 44 5
                                    

Bazen öyle bir an gelir ki yaşamdan en zevk alan insan bile teslim etmek ister ruhunu ebedi karanlığa. Herkesin hayatında olmuştur bu durum. Bıkmış, tükenmiş hissetmiştir hayata karşı. Bunu eyleme dökmek ise kişiden kişiye değişen bir durumdur. Benim aklıma takılan şey ise biz, hayatın kendisinden mi yoksa yaşadığımız ortamdan kaynaklı olarak mı bıkıyoruz hayattan?

Hepimiz bir toplum içinde gözlerimizi açıp bir toplumun içinde de veda ediyoruz hayata. Belli kurallar çerçevesinde büyütülüyor, kendimiz olmamıza izin verilmiyor. Eşcinsellik günahtır, kız çocukları futbol oynamaz, erkekler makyaj yapmaz gibi pek çok saçma, yazısız kurallarla büyütülüyoruz. Bu kurallara uymayan kişileri ise fiziksel ve duygusal şiddete maruz bırakıyoruz. Kendimize benzemeyen her şeyi barbarca yok etmeye çalışıyoruz. Ben ırkçı değilim diyen kişilerin neredeyse yüzde doksanından fazlası aslında tek bir ırka dahi olsa içinde nefret besliyor. Üstelik ırkın gerçek tanımını bile bilmeden. Adem ile Havva'dan bahseder dine bağlı insanlar hep. Onların inançlarından bakacak olursak bizler Adem ile Havva'dan geldiysek eğer o zaman hepimiz kardeş değil miyiz? Yaşadığımız yerin doğal özelliklerine göre -soğuk, sıcak, karlı, yağmurlu vb.- vücudumuz bir uyum sürecine girer ve böylece vücudumuzda farklılıklar oluşmaya başlar -eklemek istiyorum ki bunların oluşması ve atadan ataya aktarılması yüzyıllar hatta binyıllar alabilen oldukça uzun bir süreçtir. Bilim, bu farklılıkları ırk olarak tanımlar. Biz ise ırkı tanımlamamızı isteseler daha nasıl tanımlayacağımızı bile bilmiyoruz. Yapılan bir bilimsel araştırmaya göre bütün insanların soyunun Afrika'ya dayandığı söyleniyor- yine de belirtmek isterim ki yeni bir araştırma ise bunu yalanlıyor ama çoğu kişi hâlâ insanlığın soyunun Afrika'ya dayandığı araştırmanın gerçeklerini kabul ediyor. Bu açıdan bakacak olursak, Afrika'dan çıkıp dünyanın farklı yerlerine dağılmışız. Vücudumuz bir uyum sürecine girmiş ve böylelikle yeni fiziksel görünüşler kazanmışız. Sonundaysa dünyanın başka yerlerinde olan kişilerin kazandığı bu fiziksel görünüşler bizden farklıysa onları aşağılar olmuşuz. Farklı atalardan geldiğini sananan ama aslında baş atası aynı olan aptallar sürüsüyüz sadece.

Biz, ırkın gerçek anlamını bilmeden insanları yargılayanız.

Biz; insanların sevgisine, hayallerine, ümitlerine karışanız.

Biz, namus(!) uğruna kadınları katledeniz.

Biz; ten rengi farklı diye insan öldüren, zorla çalıştıran, işkence edeniz.

Biz; hayvanlara işkence eden, acı çektirerek öldüren ve bununla övüneniz.

Biz, inanışı bizden farklı olduğu için insan öldüreniz.

Biz, umursamazca doğayı tahrip edeniz.

Biz, kendimizden farklı olan her şeyi yakıp yıkanız.

Biz, arkasına saklandığımız onca 'savunmanın' aksine aslında sadece canavarız.

Çünkü bizler insanız.

Omzumda hissettiğim el ile irkilerek arkamı döndüğümde gözlerim o çok sevdiği kara delikler ile buluşmuştu.

"Çok düşünüyorsun." diye fısıldadı sessizce. Düşünmek beraberinde bıkkınlığı getirirdi, biliyordu. Biliyordu çünkü o da öyleydi. O da çok düşünüyor, sorguluyordu her şeyi. Benimle bu konular hakkında konuşmasa bile anlayabiliyordum bunu. Sorgulamak iyi bir şeydi, evet. Ama her şeyin bir dozu olduğu gibi sorgulamanın da bir dozu vardı. Bu dozu aştığınızda bomboş hissederdiniz kendinizi. O boşluktan çıkmanın asla bir yolunu bulamaz kaybolurdunuz. Ben bu boşluğa kapılalı yıllar olmuştu halbuki.

Ufak bir gülümseme yerleştirdim suratıma. "Erken geldin."

O ise suratını buruşturmuş ve hoşnutsuz bir şekilde konuşmuştu. "Eğer mutlu değilsen gülümseme. Hem sen zorlanıyorsun gülümserken hem de sahte olduğu için benim hoşuma gitmiyor."

"Pekala." derken yüz kaslarımı rahat bırakmıştım. Kafamdaki ses bağırmaya başlarken içimde yankılanan sesini duymamaya çalışıyordum.

"Acıktım." diyerek yanıma oturdu. Sağ bacağını kendine çekip kollarını bacağına dolayarak önümüzde uzanan manzaraya bakıyordu.

"Ben de." diye karşılık verdim.

Bir süre düşünür gibi garip bir ses çıkardı ve ardından sordu. "Pizza?"

Bekletmeden yanıtladım onu. "Olur."

...

"Taş, kağıt, makas!" İkimizin yüksek sesi çatıda yankılanmıştı. Ve sadece iki saniye içerisinde gülümseyen yüzüm somurtmaya başlamıştı bile. Ben surat asarken karşımda oturan siyah saçlı genç gururla gülümsüyordu. Kağıdın taşı yenmesi durumunu hangi aptal bulmuştu ve hangi aptallar bunu kabul etmişti? Taş kağıdı ufak bir darbe ile yırtabilirdi. Bu çok saçmaydı!

HyungWon pizzanın son dilimini iştahla midesine indirirken ben onu izliyordum. O dilimi üzerinde daha fazla malzeme olduğunu fark ettiğim için bilerek sona saklamıştım ve şimdi onu yiyemiyor olmak mideme işkence ediyordu. Bakışlarım hala ondayken yerde duran biramı dudaklarıma yaklaştırdım. Soğuk içecek boğazımı hoş bir şekilde yakarken bir dilimi nasıl bu kadar yavaş yiyebildiğini düşünüyordum. Resmen bana işkence etmek için bilerek yapıyordu.

"Taş, kağıt, makastan nefret ediyorum." dedim bira şişesini dudaklarımdan çekerken. 

Ağzındaki lokmayı umursamadan bana laf yetiştirmişti. "Çünkü hiç kazanamıyorsun." 

Ona iğrenir gibi baktım. Boştaki elimle suratını geriye iterken söylendim. "Yerken konuşma. Boğulacaksın, aptal. Ayrıca çok çirkin oluyorsun."

Son parçayı da ağzına atmıştı. Gururlu gülümsemesi ise hala suratındaydı. Birkaç kere çiğnedikten sonra yutmuş ve o da benim gibi yerdeki birasını eline alıp içmişti. "Bir şey olmaz bana."

"Tabii ama böyle dedikten sonra boğulursan seni burada ölüme terk eder giderim, haberin olsun." Kışkırtıcı bir şekilde gülümseyerek boş pizza kutusunu önümüzden kaldırmıştım.

"Ne komiksin sen öyle(!)" dediğinde gülümsemem biraz daha büyümüştü.

"Öyleyimdir."

Ona baktım bir süre. Gülümserken dolgun dudağında oluşan kıvrımı inceledim. Şekilli burnuna kaydı gözlerim oradan. Ve son durağı ise gözleri olmuştu bakışlarımın. Güldüğünde kısılan gözleri ile istemeden de olsa suratımda ufak bir gülümseme beliriyordu.

Eliyle suratını kapatırken konuştu. "Neden bana bakıp gülüyorsun? Suratımda sos mu kalmış?"

"Sen güldüğünde..." diye başladım söze. "... istemsizce suratımda bir gülümseme beliriyor. Bu garip mi?"

Ellerini yavaşça suratından indirirken o da gülümsedi. Rahatlamış görünüyordu. "Hayır, değil." Elini yanağıma koyduğunda vücuduma yayılan sıcaklık dalgası kalbimi eritebilecek derecede yüksekti. Yavaşça suratı bana yaklaşırken devam etti. "Çünkü ben de öyle hissediyorum."

Nefesini dudaklarımda hissederken kalbim duracak konuma gelmişti artık. Dudaklarımız birleştiğinde saçıma değen bir yağmur damlasını bile umursamamıştım.

İki mezarlık...

İki ölü ruh...

Belki de sonunda birbirini bulmuştu.

don't cut °hyungwonhoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin