Bir hasta bugün bana Tanrı'dan bahsedip durdu. Bir kız olarak kızlardan hoşlanmasını Tanrı tarafından lanetlenmesine, Tanrı'nın onu sevmediği ve cehennemde sonsuz bir acıya mahkum edeceğini söyleyip ağladı.
Tanrı.
Tanrı.
Tanrı.
Peki kim bu Tanrı?
Dünya üzerinde pek çok farklı milletin sahip olduğu ama sürekli değişen isimlere, görünüşlere, kurallara sahip bu Tanrı kimdi, kimlerdi? Bana kalırsa Tanrı diye biri yoktu. Çünkü o yine bizdik. Her birimiz, kendimizin Tanrısı değil miydik? Ama o kadar çok korkmuştuk ki dünyadan birine sığınma ihtiyacı hissetmiştik. Kadından erkeğine, çocuğundan yaşlısına hepimiz. Kendimize sahte birer Tanrı yarattık ve ona tapınmaya, onun adına tapınaklar yapmaya başladık, ilahi olarak nitelendirdiğimiz kitaplar yazdık. O kitaplarda yazan şeylerin çoğu birbirine benzer şeyler olmasına rağmen hep kendi inandığımız kitabın dışındakileri yalanladık. Bu inançlar uğruna savaşlar çıkardık; insanları aşağıladık, zorla kendi inandığımıza inandırmaya çalıştık. Halbuki o kitapların her birinde insanlara iyi davranılması gerektiğiyle alakalı şeyler yazıyordu, başkalarına saygı duymamız, bir inanca birini inanması için zorlayamayacağımız ile ilgili şeyler. O kitapların içinde yazanlara değil de kapağına inanır gibiydik. Veyahut şayet Tanrı gerçek ise evren denen bu sonsuzlukta küçücük bir nokta bile olmayan bizlerin ona tapınmasına neden ihtiyaç duysun ki? Kendi egosunu tatmin edebilmek için mi? Bu tıpkı eski zamanlardaki krallar, padişahlar gibi büyük kişilerin kendilerinden alt sınıfta olanların kendisine itaat etmelerini istemeleri ve kendi büyüklüklerini hissetmeleri ile egolarının tatmin olası gibi bir şey.
Ben kendimin tanrısıyım.
Sen kendinin tanrısısın.
Cennet ve cehennem denen o yerler aslında dünya. Cennet ve cehennem dünyanın kötü veya iyi bir yer olmasıyla alakalı değil. Bu tamamen o kişinin dünyayı görüşüyle alakalı. Eğer kendini seversen, kendi Tanrı'na iyi davranırsan bu dünya senin için cennettir. Ama kendini sevmez, Tanrı'na kötü davranırsan bu dünyanın ateşinde yanarsın.
Her şey kendimizle alakalı aslında. Ama bunun sorumluluğunu taşımaktan o kadar korktuk ki kendimize başka Tanrılar yarattık.
O kıza bunları söylemedim. Aklımdan geçen en ufak bir düşünce kırıntısını söylemedim. Sadece bana ne söylememem öğretildiyse onu söyledim.
Özgür bir ülkede yaşadığımızı söyleriz hep. Bunun bir yalan olduğunu içten içe bilerek. Çünkü düşüncemizi açıkça söylediğimizde biliriz neler olacağını. Yargılanırız, hapse bile atılabiliriz. Bu yüzden yalan söyleriz. Hepimiz birer yalancıyız, kabul etmesek dahi.
Yanımdaki gence döndüm. Sessiz bir şekilde şehri izliyordu. Aslında izlemekten çok uzaktı. İzliyor gibi gözüküyor ama düşüncelerle boğuşuyordu.
"Çirkin değil mi?" diye sordum bakışlarımı tekrar manzaraya çevirerek.
Anında cevap vermişti. "Evet, çok parlak."
"Parlaklığı sevmez misin?"
"Hayır, karanlıktan hoşlanırım. En azından sahte değil."
"Ben karanlığı sevmem. Sanırım bu eskiden babamın anlattığı öcü hikayeleri yüzünden." dedikten sonra kafamı öne eğerek gülümsedim.
"Baban öcü hikayeleri mi anlatıyordu?" diye ilgiyle sordu suratındaki gülümsemeyle.
Kafamı olumlu anlamda salladım. Ona hissettirmeden gülümsemesini inceliyordum.
Sustuk.
Yine.
Sadece birkaç dakika. Ve sonra fısıltı şeklinde sordu.
"Bir aileye sahip olmak nasıl bir duygu? Söyledikleri kadar sıcak mı gerçekten?"
"Bilmiyorum." dedim. Sadece yedi yaşına kadar bir aileye sahiptim ve o zamanları hatırlamıyordum. Hatırladığımsa babamın bizi bırakıp gitmiş annemin kansere yakalanıp sadece birkaç ay sonra hayata gözlerini yummasıydı. Bu yüzden hatırladığım tek şey acıydı aileyle alakalı, çocukluğumla alakalı. Soğuk ve yalnızlıktı. Yetimhanede büyümüş birine yöneltilebilecek kötü bir soru, diye geçirdim içimden.
Kafasını pekala anlamında salladıktan sonra tekrar önüne döndü. Ben ise çekinmeden onu inceliyordum. İncelemekten bıkmıyordum. Ona baktıkça bakasım geliyordu. Bu garip olsa da rahatsız edici değildi. Ona bakmayı seviyordum.
"Bana öyle bakma." dediğinde sırıttım.
"Nasıl bakmayayım?"
Ağzı açık bir süre bakmıştı. Ne söyleyeceğini toparlayamıyor gibiydi. "...öyle dik dik işte."
"Neden, rahatsız mı oluyorsun?" Sorduğum soruya anında yanıt vermişti.
"Evet."
Başını öne eğdi.
Gülümsedim.
"Yoksa utanıyor musun?" diye biraz daha üstüne gittiğimde anında başını kaldırarak biraz yüksek sesle konuştu.
"Yah, neden utanacakmışım?"
Kahkahamı zor tutuyordum. "Kızma. Sadece sana bakmayı seviyorum."
Şaşkınca bana baktı. "N-ne?"
"Duydun işte. Sana bakmayı seviyorum."
Yanakları giderek kızarmaya başladığında suratımda bir gülümseme olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey ona hayran hayran baktığımdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
don't cut °hyungwonho
Historia CortaKalbinin acıdığını biliyorum. Yolun sonuna gelmiş gibi hissediyorsun, elindeki jiletin tek arkadaşın olduğunu düşünüyorsun. |18|