1. Bölüm

21.9K 545 176
                                    


Savaştan on yıl önce Riviera'da kaldığım küçük pansiyonda masada otururken beklenmedik bir biçimde şiddetli bir kavgaya, hatta karşılıklı nefret ve hakarete varmasına ramak kalan sert bir tartışma çıktı. İnsanların çoğunun muhakeme gücü körleşmiştir. Kendilerine doğrudan dokunmayan, sivri ucu ısrarla sert bir şekilde duyularına kadar nüfuz etmeyen şey, onları neredeyse hiç harekete geçirmez; ancak gözlerinin önünde cereyan eden, duygularına dokunacak en ufak şey bile içlerinde ölçüsüz bir tutkuyu ateşler. İşte o zaman duyarsızlıklarının yerini gereksiz ve aşırı öfke alır.

İşte zaman zaman yemekte bir araya gelen, kendi halinde sıradan insanların oluşturduğu, çoğu zaman havadan sudan konuşan, pek derin konulara girmeyen, ufak tefek şakalar yapan, yemekten sonra ise dağılıveren grubumuzda da böyle oldu: Alman evli çift dolaşmaya ve amatörce fotoğraf çekmeye, keyfine düşkün Danimarkalı adam o sıkıcı balık avına, kibar İngiliz bayan kitaplarının başına, İtalyan evli çift Monte Carlo'ya kaçamak yapmaya giderlerdi; ben ise ya bahçedeki koltuğa kurulur, tembellik ederdim ya da çalışırdım. Ancak bu kez hepimiz bu sert tartışmayla yerimizde çakılıp kaldık; aramızdan biri kalkmak için müsaade istediğindeyse, her zamanki gibi nazik bir şekilde değil, tam tersine biraz önce dediğim gibi öfkeye dönüşen bir kızgınlıkla ayağa fırladı.

Ancak şu da bir gerçek ki, masada oturan küçük grubumuzun dizginlerini koparan olay da yeterince tuhaftı. Yedimizin kaldığı bu pansiyon, dışardan bakıldığında müstakil bir villa gibi duruyordu –ah, kayaların oyarak şekil verdiği kıyı, pencerelerden nasıl da harika görünüyordu!– fakat aslında büyük Palace Hotel'e ait, fiyatı daha uygun bir ek binaydı ve aynı bahçe içindeydi, bu nedenle bizler otelin konuklarıyla sürekli temas halindeydik. Bir gün önce ise otelde fevkalade bir skandal patlak vermişti. Öğle treniyle saat on ikiyi yirmi geçe (zamanı tam olarak vermekte bir sakınca görmüyorum, çünkü hem bu olay hem de o heyecanlı tartışmamız açısından önemli) bir Fransız genç gelmiş ve kıyı tarafında denize bakan odalardan birini kiralamıştı, bu bile onun zevkine düşkün biri olduğunu gösteriyordu. Fakat sadece şık giyimli olduğu için değil, sıra dışı ve fevkalade yakışıklılığıyla da dikkat çekiyordu. Bir genç kızınkini andıran ince uzun yüzünün ortasındaki ipek gibi yumuşak sarı bıyıkları, şehvetli sıcak dudaklarını kaplıyordu. Açık tenli alnını yumuşak, kahverengi, dalgalı saçları süslüyordu, yumuşak bakışlarıyla baktığı her şeyi okşuyordu – her şeyi yumuşak, okşayıcı ve sevgi doluydu ve yapmacıklıktan uzak ve doğaldı. Uzaktan bakıldığında büyük moda mağazalarının vitrinlerinde, elinde bastonu, ideal yakışıklı erkeği temsil eden balmumundan yapılmış heykelleri andırıyordu, yakından bakıldığında ise, bıraktığı bütün kibirli izlenim yok oluyordu; çünkü çok nadir de olsa, ondaki bu sevimlilik doğasından, benliğinden kaynaklanıyordu. Yanından geçtiği herkesi aynı mütevazılık ve samimiyetle selamlıyordu ve her fırsatta ister istemez ortaya çıkan zarafetini gözlemlemek gerçekten hoştu. Bayanlardan biri vestiyere yöneldiğinde hemen mantosunu getiriyordu, her çocuğa sempatik bir şekilde gülümsüyor ve onunla şakalaşıyordu, hem canayakın hem de mesafeliydi – kısacası, Tanrı'nın kutsadığı kullarından biriydi: Aydınlık yüzü ve gençliğinin canlılığıyla diğer insanların hoşuna gitmesi ona başka bir güzellik veriyordu. Varlığıyla otelin çoğu yaşlı ve hastalıklı olan konuklarına adeta ilaç gibi geliyordu; gençliğinin canlılığı ve bazı insanlara bahşedilen çevik ve hayat dolu tavırlarıyla herkesin sempatisini kazanmıştı. Gelişinin üzerinden henüz iki saat geçmişti ki, şişman, rahatına düşkün Lyonlu fabrikatörün on iki yaşındaki Annette ve on üç yaşındaki Blanche adlı kızlarıyla tenis oynamaya başlamıştı bile. Kızların zarif, narin ve içine kapanık anneleri Madame Henriette, iki kızının yabancı genç adamla flört edişini gülümseyerek sessizce izliyordu. Akşamleyin bir saat satranç masasında bizi seyretti, arada bir küçük hoş hikâyeler anlattı, kocası iş arkadaşlarıyla domino oynarken Madame Henriette ile terasta dolaştı. Akşamın geç saatlerinde ise onu otelin sekreteriyle büronun loş ışığında çok samimi bir şekilde konuşurken gördüm. Ertesi sabah Danimarkalı arkadaşımız balığa çıktığında ona eşlik etti ve bu konuda fevkalade bilgili olduğunu gösterdi; sonrasında ise Lyonlu fabrikatör ile uzun süre siyaset üzerine sohbet etti ve aynı şekilde iyi bir sohbet arkadaşı olduğunu kanıtladı; çünkü şişman fabrikatörün arada bir attığı kahkahalar, kıyıya vuran dalgaların sesini bastırıyordu. Yemekten sonra –durumun anlaşılması için zamanı nasıl geçirdiğini tam olarak belirtmem lazım– Madame Henriette ile kahve içip bir saat bahçede baş başa kaldı, kızlarıyla yine tenis oynadı, Alman evli çiftle salonda sohbet etti. Saat altıda mektup atmaya gittiğimde, garda ona rastladım. Özür dilemesi gerekiyormuş gibi telaşla bana doğru geldi ve birdenbire çağrıldığını, ancak iki gün sonra döneceğini söyledi. Akşamleyin gerçekten de yemek salonunda yoktu, ancak olmayan sadece varlığıydı; çünkü tüm masalarda herkes sadece ondan bahsediyor, onun hoş ve canlı doğasını övüyordu.

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört SaatHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin