Love takes its toll on me, I'm just like you
Maybe it's heavenly
Maybe it's heavenly---
Derler ki insanların çoğunun doyumsuz olduğu şey istemektir. Hep daha iyisini, hep daha güzelini, hep daha çoğunu ister durur, elimizde olanla asla yetinmezdik. Kim Junmyeon bunun herkes için geçerli olmadığının bilincindeydi. Küçüklüğünden beri bir Prens olarak yetiştirildiği için istemekten çok istemediklerinin ağır bastığı dönemlerden geçmişti. Mesela ilk avında hayvanları öldürmek zorunda olmaktan nefret etmişti, şimdi nasıl bu kadar iyiydi bu konuda, inanması güçtü. Bununla birlikte kendisinden elli yaş büyük insanların bile önünde eğilmesinden nefret ederdi, tek başarısı yemeğini ağzına bulaştırmadan yemekti sonuçta, on yaşındaydı, insanlar neden ona bu kadar saygı doluydu?
Zamanla o da zamanın döngüsüne ve asırlar süren kuralların ne denli önemli olduğunun bilincine varmış ve önünde eğilen insanların saçlarını ve şapkalarını incelemeyi bırakmıştı. Ancak yine de istemek pek ona göre değildi. İstediği her şeye sahipti, başka bir şey istemek açgözlülük olur muydu?
İnanması güçtü ama hayatında ilk defa bir şeyi istiyordu Kim Junmyeon. Av sonrası şöleninde herkes içki tüketip sarhoş olurken o balkonun bir köşesinde dikilmiş bir halde küçük terastan gökyüzünü izliyor hem de istiyordu. Öyle çok istiyordu ki, bu onu korkuttu. Asla çok ağır uykusu olmamıştı, yani Yixing yanında otururken ve kendisiyle konuşurken onu dinlemiş, uyumadığını çaktırmamak için nefes bile doğru düzgün alamamıştı. Ne zordu, insanın içinde fırtına koparken tek bir saç telinin bile kıpırdamaması.
Tüm bu imkansızlığın ortasında Zhang Yixing'i delicesine istiyordu Kim Junmyeon. Öyle çok istiyordu ki, onu görmek yutkunmasını zorlaştırıyordu söylediklerinden sonra. Ondan kaçmış, bu küçük terasa sığınmıştı ama aklınıza tamamen yerleşmiş birinden fiziksel olarak kaçsanız neye yarardı ki? Gözlerini kapasa da oradaydı, açsa da.
Bir gün sonra gidecek ve Çin Prens'i Güney Kore ziyaretine gelene kadar onu görmeyecek, kokusunu soluyamayacak ve onunla tartışamayacaktı bile.
"Delilik bu." diye mırıldandı soğuk geceye doğru. Nefesi buhar olup gökyüzüne karıştı, 'Delilik bu.' diye tekrarladı içinden, 'Onu bu denli istemem delilik.'
"Yakaladığın avla övünürsün sanıyordum, neden buradasın?"
Arkasından gelen tanıdık sesle bir iç çekti. Ne çok isterdi aslında ondan kaçtığını itiraf etmeyi. Ama işte öyle ya kaçamayacağınız şeyler vardı bu hayatta. Hisler gibi.
"Bir gün sonra yolculuğa çıkacağız, çok içmek istemedim. İçeride olup içmezsem ayıp olurdu."
Yixing de Junmyeon'un yanında durup kafasını gökyüzüne kaldırdı. Üniforma ceketini çıkarmış, sadece beyaz gömleğiyle kalmıştı. Gecenin karanlığında bile büyüleyici duruyordu, belki bakışlarının derinliğindendir diye düşündü Junmyeon.
"Ülkeni özlemiş olmalısın." dedi Yixing, sesinde buruk bir his vardı ya da belki de Junmyeon kendisinin burukluğunu etraftaki her şeyde görüyor ve duyuyordu.
Ellerini cebine yasladı, onu duyduğundan bahsetse miydi? O zaman her şeyi daha da karmakarışık yapmaktan korkuyordu. Yixing haklıydı. İkisi de geleceğin Kral adaylarıydı, beraberlik sadece karmaşa ve kaos getirmez miydi? Öyle acı doldu ki bir an kalbi, çöküp ağlamak istedi, kendisini hiç bu kadar güçsüz hissetmemişti.
"Özledim. Hem benden kurtuluyorsun fena mı?"
Yixing sırıttı ve bakışlarını Junmyeon'a çevirdi. Gözleri buluştuğunda böyle her zaman hüznü mü getirecekti? Ona baktığında, asla ona sahip olamadan öylece uzaktan mı izleyecekti? "Sonunda senden kurtuluyorum." Derin bir nefes aldı. "Ama neden aslında kurtulmak istemiyorum Kim Junmyeon."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lose Control
Fanfic"Çok fazla düşünme Sadece sarıl bana böylece Gece yarısı olduğunda bana aitsin, bebeğim" Rüzgar nazikçe suratını ve saçlarını okşarken öylece karşısındaki adamın gözlüklerle bile parıldaması kesilmeyen yaramaz gözlerine baktı. "Deli Prens'in tekisi...