Gözlerimi beni çevreleyen beyazlıkla kırpıştırarak araladım. Bulutların üzeri böyle bir yer miydi? Hani onlar sadece hava kütlesinden oluşuyordu? Gayet üstünde duruyordum işte. Rahat ve pamuksu...
Gözlerim ve uykum yeterince açıldığında etrafımı çevreleyen tüllerin, odanın ve yattığım yumuşacık yatağın güzelliğiyle büyülenmiş gibiydim. Cennet, bulutların üstü ya da ona benzer diğer güzel şeyler, gerçek miydi? Kendime gelerek olanları algılamaya çalıştım. En son kaçıyordum ve sonra düştüğümü hatırlıyorum. Eğer ölmediysem ki bedenim hiç de ölü gibi değildi, şu an burada ne yapıyordum? Ölmüş olamam değil mi cidden? Daha önce defalarca ölmüştüm ve bu hissi biliyordum sanki de yorum yapıyordum... Ama ölsem böyle olmazdım herhalde değil mi? Yumuşak yastıkla daha fazla bütünleşmek üzereydim ki aklıma gelen şeyle yataktan sıçradım.
“Ah!” başıma giren ağrıyla gözümden yaşlar süzülmek üzereydi neredeyse. Seri katil avukatların kafalarına saldırıp bu şekilde öldürmeyi tercih ediyordu galiba.. Ama bu süslü ve resmen prensesler için hazırlanmış olan yatak benim gibi stajyer bir avukat için fazla aşırıydı seri katilim. Elim acıyan yerime gittiğinde başımda bandaj olduğunu fark ettim. Dün gece iki takla atmıştım, belki daha fazla. Ama hala kafam kırılmamıştı. Yine ölüm senaryomu değiştiriyorum. Bana bir şey olmazdı. Son nefesimi yatağımda uyurken verecektim.
Normalde ofisimde çalışırken bile seri katilden korkarken şimdi neden böyleydim bilmiyorum ama bir seri katilin beni öldürmesi için bu oda fazla beyazdı. Üzerimdeki kıyafetler dikkatimi çektiğinde tedirginleşmeden edemedim. Üzerimde pembenin en tatlı tonunda bir pijama vardı.
Yine bir senaryo değişikliği:
Orada bayılmıştım, civardaki yıllardır torununa hasret yaşlı teyzelerden biri beni görüp evine almıştı ve kız sanmıştı. Bu nedenle pamuk prenses yatağına yatırıp iyileşmem için bekliyordu. Bu zekam ile çok başarılı bir avukat olacaktım. Tabii ki masal kahramanları için.
Prensesliği bozmayıp bu yatakta yatarak öpücüğümü beklemeli miydim? Jongin’den sonra bir teyzeyle öpüşmem Jongin’in muhteşem dudaklarına büyük bir haksızlık ve hakaret olurdu.
Ve ben neden böyle şeyler düşünüyorum! Bu kadar salak biri değildim ben, gerçekten. Yani en azından son altı aydır değildim. 6 aydan önceki bir kaç gün dışında tabii. O zamanlar yanımda Jongin vardı ve istediğim gibi saçmalayabiliyordum. Ama o his nedensizce geri gelmişti birden içime. Sanki aşağıda prensesini bekleyen kişi teyze değilde... Lanet olsun!
Bir umuda tutunarak yüksek yataktan aşağı atladım. Dönen başım yüzünden bir anlık duraksadıktan sonra bana eşlik eden kalp atışlarımla -uzun süredir bu ritmle atmamışlardı- kapıyı açarak en az oda kadar beyaz olan koridora attım kendimi. Acıyan sadece başım değildi. Vücudumun diğer yerleri de acıyordu. Özellikle kalbim o kadar çok acıyordu ki... Boş bir umuda tutunmuş ilerliyordum. Bu bir rüyaydı. Evimdeki kıyafetleri olmadan onun kokusunu duyamazdım. Bu imkansızdı. Bu imkansızdan daha öte bir şeydi.
Kalp atışlarım kulaklarımda atarken beni karşılayan merdiven trabzanlarından destek alarak aşağı indim. Tahta merdivenlerden çıkan her ses bana tek bir şeyi hatırlatıyordu. Jongin. Onun sıcaklığı vardı bu seste, onun varlığıyla doluydu bu ev. Lanet olsun! Yemin ederim ki vardı! Ağlamanın ve halsizliğin verdiği sarsıntıyla ağır çekimde ilerliyordum sanki. Mutfaktan gelen, bıçağın tahtaya vuruş ritmi bile onun olduğunu fısıldıyordu kulağıma.
Mutfağa yaklaştığımda belirli bir ritmle işini yapan kişi görüş mesafeme girmişti. Tanrım, eğer bu bir rüyaysa şu an burada ölmek istiyorum. Ama eğer değilse lütfen bunu bir daha elimden alma.
“Jongin.” Sesim o kadar güçsüz çıkmıştı ki. Kendi söylediğime bile zerre inanmıyordum. Ona yeniden seslenebilmek inanabileceğim bir şey değildi.
“Domatesli tost ister misin?"
Sanki hiçbir şey değişmemiş gibi dudağını büzerek elindeki domatese baktı. Üzerinde benimkinin aynı modelinde açık mavi bir pijama vardı.
Beni taşıyamayan bacaklarımı serbest bırakıp ağırlığımın altında ezilmelerine izin verdim. Bayılmayı huy edinmiştim bir süredir.
---
Bir rüya biterken diğerine başlıyordum. Şimdi de mutfakta gördüğüm hayali Jongin tüm sıcaklığını bana sunuyordu. Sıcaklığından bile onu tanıyordum. Ama birazdan yok olacaktı. Çok olmuştu aynı şey çünkü. Ancak bu sefer ki hepsinden daha gerçekçiydi. Titreyen kirpiklerim açılmamak için göz kapaklarıma baskı uyguluyordu. Gözlerimi açtığım an sıcaklığın yerine buz gibi bir yatak karşılayacaktı beni. Gözlerime dolan yaşlar her an göz kapaklarımdan taşarak akmaya hazırdı ama izin vermemek için bütün çabayı sergiliyordum.
“Hala uykucusun bebeğim.” Ama rüyalarımdaki Jongin benimle asla konuşmazdı. Korkarak gözlerimi açtığımda Jongin hala karşımdaydı. Mutfakta durduğu gibi karşımda duruyordu. Rüya değildi, hayal değildi, zihin oyunu değildi...
O Jongin’di, benim deli gibi özlediğim Jongin.
Kollarını çekinmeden bana dolayan Jongin gerçekti.
“Tabii ki gerçeğim şapşal.” Rüyamda bile düşüncelerimi okuyordu. “Gerçek olmasam bunu yapabilir miydim?” yanaklarımı kavrayıp bana doğru yaklaştı.
“Bırak beni!” onu ittirip kollarından kurtuldum. Yataktan fırlayıp ondan olabildiğince uzaklaştım.
“Luhan...”
“Senden nefret ediyorum! Hiçbir iz bırakmadan gittikten sonra şimdi nasıl böylece girebilirsin hayatıma? Hiçbir şey olmamış gibi? O koca 6 ay geçmemiş gibi? nasıl tekrardan utanmadan sarılabilirsin bana? Nasıl geri dönebilirsin buraya? Yine beni nasıl kandırmaya çalışabilirsin? Bir anda hayatıma girdin, bir anda çıktın, senden bir haber bile alamadım ve şimdi tekrar karşıma gelip bir şey olmamış gibi davranıyorsun? Yine bir anda çekip gidecek misin? Beni rahat bırak Jongin. Yeni kurmaya çalıştığım hayatımdan uzak dur. Ben artık daha fazla beklemek istemiyorum, daha fazla bilinmezlik istemiyorum, daha fazla boşluğa düşmek istemiyorum. Daha fazla boş yere umutlanmak istemiyorum. Tam alıştığım sırada... Tam başardığım sırada...” boğazıma düğümlenen hıçkırık bana düşmanca davranıp konuşmama engel olmuştu.
“Şşş...” beni güçlü kollar yeniden sarmıştı.
“Senden nefret ediyorum.”
“Biliyorum.” Sırtımı pat patlayan eli o kadar pişmanlık doluydu ki... “Berbat biriyim. Sana ulaşmadım bile. Canını acıttım. Ama artık bu son. Senin için buradayım. Tamamen... Karşına çıkabilmek için bir ay bekledim. Her adımını izledim. Sürekli peşindeydim ama bunu yapamadım. Cesaretim yoktu hayatını alt üst edecektim yine. Buna hakkım yoktu ama ben... Dayanamadım Luhan. Seni o kadar çok seviyorum ki seni daha fazla uzaktan görmeye dayanamadım. Sana dokunamamaya dayanamadım. İstersen beni affettme. Bunda haklısın ama kaçma lütfen. Daha fazla uzak kalmak istemiyorum." Göz yaşlarını omzumda dindirirken olduğum yerde kalmıştım. Bir ay önce gelmişti ve karşıma çıkmamıştı bile. Bir ay fazladan onu özlemiştim. 30 adet fazladan bisküvi bırakmıştım oraya.
Defalarca o geri döner mi acaba diye düşündüm. Ama dönmeyeceğini adım gibi biliyordum. Aylarca onu kendi kalbimde ölü olarak nitelendirdim. Sevgisini ruhumda hissetmeye çalıştım ama bütün uğraşlarımı hiçe sayarcasına karşıma çıkıyordu. Bu bana haksızlık değil miydi? Onunla yeniden karşılaştığımız rüyalar görüyordum. Her seferinde koşarak boynuna atlıyordum. Şimdi rüyam gerçekti ve neden bunu yapamamıştım. Tanrım benim neyim vardı böyle? Onu o kadar özlemiştim ki... Ama acıyan canımla onu saramadım, saramazdım. Bunu kaldırabilmem için zamana ihtiyacım vardı. oldukça çok zamana...
---
Prensimiz geri döndü *-* Bana kızmayın ama Luhan'ın hemen kendini bırakmasını istemedim. Az da olsa çekmeli Jongin -_-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Coincidental Hostage
FanfictionTesadüflere inanır mısınız? Hayır mı? Peki, gecenin bir yarısı iki kişiyi öldürmekten aranan biri sizi rehin alırsa?