Sayende yazmaya başladığım için hikayeyi sana ithaf ediyorum; EceeC_BDL
🥀
"Eva! İlk günden geç mi kalmak istiyorsun?" Annemin dakika başı yaptığı ikazla son kez göz devirip salona inmiştim. Bunun susmasını sağlayacağını düşünmemse sadece kendi salaklığımın göstergesiydi. "Sonunda inebildiniz hanımefendi." Bana kısa bir bakış atarak, saati kontrol etti. "Çok güzel! Şimdi ben de işe geç kalacağım."
Göz devirdim.
"Bu kadar abartmana ne gerek var?" Çantamı kapının girişine bıraktıktan sonra masaya dizdiği atıştırmalıkları göz ardı ederek kahve kupasını elime aldım. "Büyük ihtimalle ders işlemeyerek herkesin bir biriyle tanışmaya çalışacağı saçma bir gün olacak."
"Üniversiteden bahsetiyoruz, fazlas-"
"Anne," Bıkkınlıkla sözünü kestiğimde kısa bir an duraksayarak derin nefes koyvermişti. "Bu kadar zorlama."
Onu anlıyordum. Amerikadaki tüm düzenimizi bırakıp buraya gelmenin ne denli zor olduğunun, psikolojik olarak yıprandığının ve tüm sorumluluğun onuzlarından taştığının farkındaydım. Daha geleli bir ay bile olmamışken bu tutumunu yargılamıyordum da, sadece artık umursamayı bırakmıştım. Tüm yalvarmalarıma rağmen yeniden buraya gelmişsek, boşuna kendimizi yıpratmamızın bir anlamı yoktu.
Bitmemesine rağmen bardağı masaya bırakarak yanına ilerlemiş, kollarımı boynuna sarmıştım. Hiçbir zaman fazla yakın bir anne-kız ilişkimiz olmasa da, bu onu sevdiğim gerçeğini değiştirmiyordu. Gerçi böyle olmamızdaki büyük etken benim soğukluğum da olabilirdi ama sevgi pıtırcığı olmak benlik değildi. Kollarını etrafıma sardığında zaten zayıf olan vücudunun biraz da eridiğini kanıtlamış, sinirle burnumu kırıştırmama sebep olmuştu. Kendine dikkat etmiyordu.
Biraz daha oyalanırsak bu sefer ikimizin de geç kalacağını bildiğimden bu konuyu rafa kaldırmış, ayrılarak geniş bir şekilde gülümsemiştim. "Somurtmak size yakışmıyor bayan Marit! Kendinize gelin lütfen." Yanaklarını sıkmam biraz keyfini yerine getirmiş olmalı ki dudakları yukarıya kıvrılmıştı. Yanağını öperek arkamı döndüğümde "Hadi, hadi. Bu sefer gerçekten geç kalıyoruz." diye elimi havada sallayarak kapıya doğru hızla ilerledim.
Arkamdan kahvaltı etmediğim konusunda sızlanmasını göz ardı ederek çantamı kaptığım gibi dışarıya çıkarak kapıyı kapatmıştım. Oslo'nun aşina olduğum soğuk rüzgarı yüzüme çarptığındaysa buna alışamayacağım düşüncesi aynı hızla zihnimi kaplamıştı. Bunu hissettirtmemem rahatsız olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Fazla cana yakın biri bile sayılmazdım, nasıl ortama ayak uyduracaktım ki?
Yenilmişlikle yüzümü ovaladığımda, annem de evden çıkmış yolun kenarına park ettiği arabayı uzaktan kumandayla açarak bana da başıyla gelmemi işret etmişti. Hızla adımlarla yanına yaklaştığımda, az önceki çökmüş halinden eser kalmadığını gördüm. Bu bakımdan annem hayrandım, hiçbir zaman bu kadar güçlü ve yıkılmaz bir görüntüye sahip olmamıştım. Duruma bakılırsa, olmayacağım da kesindi. Dış görünüş olarak benzemediğimiz gerçeği karakterimize de yansımıştı anlayacağınız.
Arabaya kurulur kurulmaz, gazı köklediğinde dağılan saçlarımı bıkkınlıkla düzeltmeye çalışmıştım. Tam ağzımı açıp söyleneceğim sırada, "Bu arada," diyerek söze başlaması bu isteğimi çürütmüştü. "Akşam bayan Silje ve ailesi gelecek. Kocası burda değil bildiğim kadarıyla ama oğlunu getirecektir." Tüm dikkati yolda olmasına rağmen kaşlarımı çatarak ona baktığımı farketmiş olacak ki açıklamaya yapmıştı. "Hani şu küçüklük arkadaşın. Neydi adı, Cers yoksa-"