Kitaptan Bir Soru

47 3 0
                                    

Coşkulu ruhların üretmediği hiçbir şey başarıya ulaşamaz.

Nietzsche...

Üniversitedeki son senemde, huysuz bir ihtiyarın verdiği pazarlama dersini alıyordum. İlk ders gününde, konulara başlamadı. Onun yerine bizlere dönemin sonuyla ilgili birkaç kehanette bulunmayı tercih etti. Örneğin, onun ismini hiç unutmayacaktık. Koltuğunda oturmuş elindeki kalemi döndüre döndüre ders anlatan birinden bahsedilirse aklımıza direkt Harold Donald ismi gelecekti! Sonra, ödevlerini yapmayan, söylediklerine uymayan öğrencilere karşı hiç sabırlı olmadığı için, pek çoğumuz bu dersten kötü notlar alacaktık. Ve son kehanetine göre, sınıfı oluşturan otuz öğrenciden, sadece iki kişi bu dersten A ile geçecekti.

Bütün bir dönem boyunca bizi terletti. Sürekli ödevler yapıyor, gözüne girebilmek adına derslerine gidip notlar tutuyorduk. Yaratıcı pazarlama teknikleri konusunda gerçekten bir şeyler öğrenmiştik, bu inkâr edilemez bir gerçekti. Bizimle dalga geçti, bizimle eğlendi, bize 'kaz kafalar' bile dedi. Sınıftaki herkesin bu sene son senesiydi. Kimse bu dersten kalıp okul hayatını uzatmak istemiyordu. O yüzden haftadaki bu dört derse ve Bay Donald'ın bize söylediği her şeye katlanıyorduk.

Bay Donald, dönemin sonu yaklaşırken final sınavımızın tarihini sondan bir önceki hafta olarak açıkladı. Son hafta ise, belli olan sınav sonuçlarına birlikte bakacaktık. Tarihin açıklandığı günden sınav gününe kadar olan süreç çabucak geçiverdi. Bay Donald sınıfa girdi, yerine yerleşti ve sınavda tek bir soru soracağını söyledi. Sonra bizi biraz olsun rahatlatmak istercesine: "Oldukça serbest bir sınav olacak. Kitaplarınıza, notlarınıza veya yardım alabileceğinizi düşündüğünüz herhangi başka bir kaynağa bakmanıza izin veriyorum. Aslına bakarsanız, sınav esnasında kütüphaneye bile gidebilir ya da arkadaşlarınızı arayabilirsiniz. İstediğiniz araştırmayı yapabilirsiniz. Yapamayacağınız şeyler de var tabii. Birbirinizle konuşmak yok. Keşfettiğiniz, bulduğunuz bir bilgiyi başkalarıyla paylaşmak yok. Ve beni rahatsız etmek de yok. İşiniz bitince kâğıdınızı kürsüme bırakıp sessizce çıkabilirsiniz," dedi.

Ve soruyu tahtaya yazdı: Maliyeti 150 dolar olan elektronik bir fare kapanı için bir pazarlama planı geliştiriniz. 1970'li yıllarda bu para, bir ev kirasına eşdeğerdi.

Sınıfın yarıya yakını kalkıp sınıfı terk etti. Göz ucuyla arkadaşlarımdan birine baktım. Kaşlarını kaldırıp anlamlı bir bakış attı, titrer gibi yaptı ve kafasını salladı. Maliyeti bir aylık kira bedeline eşdeğer bir elektronik fare kapanı, pazarlamak için çok da parlak bir ürün değildi. Kim bir aylık kazancını böylesine saçma bir gerece vermek isterdi ki? Evinizde fare varsa, bu sizin oldukça döküntü, temizlikten yoksun, hatta fakir bir hayat sürdüğünüz, böyle bir ürünü almayı aklınızın ucundan bile geçirmeyeceğiniz anlamına gelirdi. O kadar paranız varsa da, böyle bir ürünü almanızı gerektirecek şartlar altında yaşıyor olmanız olasılığı sıfırdı. Ve bu dersten geçip geçmememiz, bu soruya bağlıydı. Sıramda bir süre oturup boş gözlerle tahtadaki yazılı duran soruya baktım. Bu işin mutlaka bir hilesi vardı. Ama ne olabilirdi? Bay Donald'ı az çok tanıyordum ve bu sorunun bir püf noktası, bir yanıtı olduğundan emindim. Bir yanıt vardı ve büyük olasılıkla çok basit bir yanıttı. Ve Bay Donald, kafamızın bu basit yanıtı görmemizi engelleyecek kadar karışık olduğunu bildiği için böyle bir soru sormuştu. Sıramda oturdum ve düşündüm, düşündüm. Sonunda yanıtı buldum! Çok basitti. Bu ürünün satılması olanaksızdı. Bu ürünün, pazarlamaya uygun bir ürün olmadığını kısaca anlatan ve daha pratik bir çözüm öneren bir rapor yazmam gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Sınavı bitirince kalkıp toparlandım, kafamı kaldırdım ve Bay Donald'ı bana hain gözlerle bakarken yakaladım.

Bakışını görünce şöyle bir irkildim ve geri dönüp yerime oturdum. Kâğıdımı teslim ettiğim andan itibaren geri dönüşüm olmayacaktı. Ve profesörün bakışı, bana kendisinin kazanacağından emin olduğunu söylemişti. Benden daha akıllıydı ve neredeyse galip gelen taraf olacaktı. Oturduğum yerden ona baktım bir süre. Yüzünde bir gülümseme vardı ve önünde duran kâğıdı okuyormuş gibi yapıyordu. Farelere yoğunlaşmak zorunda kaldım. Kapan çok pahalıydı ve oldukça da büyüktü. Bütün detayları tahtada belirtmişti ve buna bu fare kapanının ebatları da dâhildi. Kapanı almaya paranız yetse bile onu nereye koyacaktınız? Soru üzerinden biraz daha düşündüm. Biraz daha ve daha fazla. Düşündüm, düşündüm.

Ve cevap yavaş yavaş zihnimde canlanmaya başladı. Atölyeler, fabrikalar... Kâğıt kümeleri, karton kutular, tahıllar, yiyecek maddeleri gibi farelerin yemekten memnun kalacağı malzemelerin depolandığı yerler, endüstriyel tesisler. Evet! Devam etmeliydim. Başka nerelerde kullanılabilirdi? Büyük mağazalar, süpermarketler, restoranlar. Onların, bu kapanları alacak kadar parası vardı! Giderek heyecanlanıyordum. Evet, bu kocaman kapanları koyacak yerleri de vardı. Birdenbire, bir fikir bombardımanına uğramıştım.

Ancak, bu ürün haşarat imha sektörünün kazancını tehlikeye sokardı. Evet! İşte bulmuştum. Bu ürüne en çok talep haşarat imha sektöründen gelirdi. Ürünü alırlar, tüketiciye pazarlarlardı. Hatta bu ürünü kiralayıp daha da büyük miktarlarda kâr edebilirlerdi. Başladım yazmaya. Sınav boyunca hazırladığım sekiz sayfalık bir ürün pazarlama planını Bay Donald'a teslim etmiştim. Mantıklı, akla uygun ve uygulanabilir bir plandı.

Pazarlama planımı kendimden emin bir duruşla ona teslim ettiğim esnada yüzünde hâlâ o tuhaf ifade vardı, ama ne yapsaydım ki daha? Elimden gelenin en iyisini yapmıştım.

Ertesi hafta dersimizin olduğu gün, okuduğu sınav kâğıtlarımızla geldi derse. "Tahminlerim doğru çıktı. Sonuçlarınız berbat. Notlarınızdan da anlaşıldığı gibi, çoğunuz, konunun ana fikrini es geçmişsiniz. Ancak, beni daha çok rahatsız eden şey, fazladan bir A vermek oldu," dedi ve benden yana bakarak devam etti: "Bu dönem üç kişiye A vermek zorunda kaldım."

Sınav kâğıtlarımızı dağıttı. Kâğıt hışırtıları ve hoşnut olmayan bir uğultu yükseliverdi sınıftan. Ben A almıştım ama içimden bir ses, bana bunun tadını çıkarmama izin vermeyeceğini söylüyordu.

Donald yeninden söze başladı: "Dönemin başında, size gerekli materyali okumayacağınızı ve ödevlerinizi yapmayacağınızı bildiğimi söylemiştim ve sonucunun ne olacağından da kısaca söz etmiştim. Siz tembel olmayı seçtiniz, şimdi de bedelini ödüyorsunuz işte. Söylediklerimi yapmış olsaydınız, bu sınav, aslında çantada keklik bir sınavdı. Artık sınav bittiğine göre, itiraf edebilirim. Soruyu sizin de almış olduğunuz ve okumuş olmanız gereken kitaptan aldım. Harfi harfine, hem de. Sorunun başlığını bile değiştirmeye yeltenmedim, çünkü farkına bile varmayacağınızdan emindim."

Sınıftan yine bir kâğıt hışırtısı yükseldi. Bu sefer kitaplar karıştırılıyor, sorunun olduğu sayfa aranıyordu. Bir süre sonra sınıfa bir sessizlik çöktü. Ne tuhaftır, kitapta verilen çözümle neredeyse aynıydı yazdığım plan. Bir eksik, bir fazla, aşağı yukarı aynıydı.

"Bu korkunç sonuçları elde edeceğinizi biliyordum. Sınavda sorduğum soruyu kitaptan aldığımın farkına, aranızdan sadece üç kişi vardı ve onlar da sınavda kitaplarını açıp içindeki bilgiden yararlandılar." Sınav boyunca bizi izlemişti ve kitabı kimin açıp kimin açmadığını çok iyi biliyordu. Bense kitabımı çantamdan çıkarmamıştım bile. Haklıydı. "Aranızdan biri, üçüncü A'yı alan arkadaşınız, zor olanı seçti ve yanıtı kendi zihinsel imkânları ile buldu. Oysa söylediğim gibi yapıp kitaptan faydalanmış olsaydı, o kadar zaman kaybetmemiş olacaktı."

Evet, onca zaman kaybetmemiş olacaktım ve o kadar utanmayacaktım da. Ancak, onun söylediklerini yapmamış olsam da, yanıtı keşfetmiştim. Üzerinde dakikalarca kafa patlatıp sorunun yanıtını bulmuştum. Acaba Donald bizi düşünmeye mi teşvik ediyordu?

Hâlâ merak ederim, acaba Bay Donald içten içe de olsa benimle gurur duymuş muydu?

Kahve Kokulu HikâyelerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin