what he wrote - laura marling
Sabahlamayı severdim, birisiyle birlikte veya kendi başıma, ama severdim. Bunu üniversiteye geçtiğimden beri eskisi kadar sık yapamıyorum ama yollarda koşturup arkadaşlarımla oyunlar oynadığım zaman veya boynunda kravatı bol bir ergenken çok sık yapardım. Sokak lambalarının sönme saatini bilmek, kuşların sabaha ilk ötüşlerini duymak, güneşin kaçamak yapan ilk ışınını görmek ya da sabahın ilk acelecisinin araba sesini duymak yüzümde aptal bir gülümseme bırakırdı. Hiçbir köşede bulamadığım mutluluğu, huzuru havanın açılan renginde buluyordum. Bunu yaşım çok küçükken yaptığım zamanlarda, sürekli bir şeylerin hayalini kurardım, en küçük şeylerin bile. Annem ile ölsem unutmam dediğim bir anın hayalini kurardım, o hayallerde annem bana hep sarılırdı, bu yüzden ölsem unutmazdım. Büyüdüğümde ne olacağımı, neler olacağını hayal ederdim. Pilot olmak isterdim, pilot olmak ve havada uçan kuşlara çarpmamak için uçağa manevralar yaptırmak veya gökkuşağının altından geçmek, çünkü gökkuşağının altından geçenler ölümsüz olurmuş, annem öyle söyledi, uçağımda annem vardı. Ya da her şeyi boş verip Jongin'i düşünürdüm, onunla gezdiğimi, ona mantarsız bir yemek yaptığımı ya da ona çorap giydirmeyi kabul ettirdiğimi. Jongin'in ayakları hep soğuktu ama çorap giymeyi sevmezdi, ona çorap giydirebilmeyi çok isterdim. Bana daha çok kağıttan şekiller yapmasını isterdim, Jongin bana hep kağıttan uçak yapardı ama ona pilot olmak istediğimi altı yaşındayken yatakta yaptığımız çadırın içinde elimdeki feneri yüzüme tutup fısıldayarak söylemiştim, Jongin o sırada şarkı söylüyordu.
Ben büyüdükçe sabahlarken düşlediğim, düşündüğüm şeyler de değişti. Annemi çok az düşündüm, Jongin'i çok az düşündüm, babamı hiç düşünmedim. Sadece hayatı, kendimi, başka hayatları, başka dünyaları, biraz amacımı, biraz da mantar içermeyen yemekleri ve asla bir uçağa manevra yaptıramayacağımı düşündüm. Jongin'e asla çorap giydiremeyeceğimi ve onun bana sadece kağıttan uçak ve kuğu yapacağını düşündüm.Ve şimdi, şu an, yine sabahlıyorum. Ama bu sefer pencere kenarındaki yatağımda değil, okulun amerikan futbolu için kurduğu sahanın ortasında, çimenlerin üzerinde kuşların ilk sesini duyuyorum, güneşin ilk ışınını hissedip görüyorum. Sokak lambarının değil ama sahanın ışıklarının hangi saatte kapandığını biliyorum, aslında tam saatini bilmiyorum çünkü şu an herhangi bir saate bakamıyorum, ama havadan tahmin edebiliyorum. Uzun zamandır ilk defa sabahladığımı fark ediyorum, uzun zamandan sonraki sabahlamamın böyle olacağını asla düşünmemiştim, bu da beni şaşırtıyor ve titrek bir nefes alıyorum.
Sabahlıyorum çünkü Jeffrey öldü. Jeffrey, Chanyeol'ün takım arkadaşı, boğazı parçalanan. Cesedini kaldırmalarının üzerinden üç saat kırk altı dakika geçiyor, üç saat kırk altı dakikadır sahanın ortasında dizlerimin üzerine çökmüş oturuyorum. Jeffrey'nin sevgilisi bile yok artık, bağıra bağıra ağlarken arkadaşları tarafından tutulup götürülmesinin üzerinden şu an bir saat on beş dakika geçiyor. Ama ben hâlâ sahanın ortasında çimenlerin üzerinde, sağ tarafımda Jeffrey'nin cesedinin çıkarıldığı ormanla birlikte oturuyorum. Şok geçiriyorum belki, her şeye olduğundan geç tepki veren Oh Sehun klasiği yüzünden her şey üst üste biniyor, bu yüzden şok geçiriyorum. Aklıma acıdan taşlaşan Niobe geliyor, sonra diyorum ki yok be, o kadar üzülmedim. Ama aslında üzülmüşüm, gözyaşlarım benden izinsiz aktığında fark ediyorum bunu, gözyaşlarımın benden izinsiz aktığını da ağzımdaki tuzlu tattan fark ediyorum, taşlaşmamışım.
Jongin'in beni yurdun arkasına çekmesiyle oluyor her şey. Dikkat et deyip bir sürü şey tembih ettikten ve yanağımı şak diye öpüp toz olduktan sonra maç alanına gidip sahanın ortasında gördüğüm kalabalık ve etrafta görmediğim Byun Baekhyun'la dizlerim tir tir titrediğinde bir şey oldu diyorum, kesin bir şey oldu. Seyirci kısmına çıkmayı es geçip herkesin yaptığı gibi sahanın ortasına doğru yürüyorum ben de, kalabalığı yara yara ortaya doğru ilerliyorum. Sonra nefesim kesiliyor, çünkü Jeffrey'nin boğazı kesilmiş yerde kanlar içinde yatıyor. Ölmüş diyor etraftakiler, ağlıyorlar, hatta bazıları gördüğü manzaradan dolayı kusuyor. Nasıl kesilmiş boğazı diye sorguluyorlar, ben sorgulayamıyorum çünkü şok geçiriyorum. O boğaz kesilmemiş, parçalanmış diyemiyorum. Titriyorum, birkaç gözyaşım pıt pıt akıyor, halbuki Jeffrey'yi o kadar sevmiyorum ama iyi insandı diyorum, niye parçalanmış ki.
Otuz altı dakika geçiyor, ambulans ve polis geliyor, ben o zaman dizlerimin üzerine çöküyorum. Jeffrey'nin cesedinin olduğu alanı tamamen şeritleyip, cesedini de siyah bir çantaya koyup götürüyorlar. Vay anasını diyorum, bu kadar mı. İçimden çok konuşuyorum ama dudaklarım kıpırdamıyor bile çünkü şok geçiriyorum, her şey bir bir aklıma düşüyor, daha kötü oluyorum. Jeffrey'nin sevgilisi yanımda çığlık atıyor, bir sus ya diyorum, başım şişti. Ama susmuyor çünkü dediğimi duymadı, içimden söyledim. Sonra kankileri gelip onu götürüyor, teşekkür ederim diyorum, başım şişmişti. Keşke dışımdan söyleseydim, belki rica ederlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
my bestfriend is a vampire//sekai
FanfictionZaman, Jongin ve sivri dişleri ile geçiyordu, basit hayatımda ise basit olmayan tek şey Jongin'di ve o, kesinlikle çocukluk arkadaşımdı.