Restorandan çıktıktan sonra tamamen durulmuş olan deniz parıl parıl parlıyordu, maviliği gökyüzüne kadar uzanıyordu ve içimizi anlamsız bir sevinçle dolduruyordu.
"Bir faytona atlayıp şehir boyunca gezelim." Dedim.
Sevinçle kabul etti.
Bu delikanlının geldiğinden beri bu güzel manzarayı görmediği ve fark etmediği anlaşılıyordu.
Aheste aheste giden fayton: tüm güzellikleri görmemize ve incelememize olanak sağlıyordu.
Hayatımda o saatte olduğum kadar hiç mutlu olmuş muydum? Bilmiyorum.
Arabada yanımda, daha dün ölüme ve musibetlere tutunan, şimdi ise güneşin beyaz ışınlarının keyfini çıkaran genç adam oturuyordu.
Yılları üstünden atmış küçük bir oğlan çocuğuna benziyordu, duyarlı inceliğinden etkilendiğim saygısını aşmayan bir coşkusu olan gözleriyle, güzel bir oğlan bir çocuğuna.
Araba bayırı çıkarken atlar zorlandığında, çevik
hareketlerle aşağı inip faytonu arkadan itiyordu.Yolda işaret ettiğim çiçeği koşup kopartıyordu.
Dünkü fırtınanın dışarı çıkardığı bir kaplumbağayı yol ortasında görünce,
arabalar tarafindan ezilmemesi için yerden alıp yeşil çimenlerin üzerine koydu.Arada bir hararetli bir şekilde komik hikayeler anlatıyordu.
Öyle sanıyorum ki bu gülüşlerde onun için bir kurtuluş saklıydı, aksi takdirde şark söyler, zıplar ve çılgınca şeyler yapardı, bu ani taşkınlıkta öylesine mutlu ve sarhoştu.İleride, yolun yukarısında küçük bir köyün içerisinde ağır ağır giderken, birden şapkasını çıkarıp selam verdi.
Şaşırdım: Yabancılar arasındaki bu yabancı kimi selamıştı? Sorduğumda ise yüzü hafifçe kızardı ve neredeyse af dilercesine, bir kilisenin önünden geçtiğimizi, doğduğu şehirde, tüm katı Katolik ülkelerde olduğu gibi çocukluktan itibaren her ibadethanenin önünden geçerken şapka çıkarmayı öğrendiğini söyledi. İnanca duymuş olduğu bu saygı beni derinden etkiledi, o esnada bahsini etmiş olduğu işlemeli haç geldi aklıma
ve inançlı olup olmadığını sordum kendisine. Mahcup bir tavırla mütevazı bir şekilde,"Evet, Tanrı'nın lütfundan mahrum kalmamayı ümit ediyorum." Dedi.
Aklıma aniden bir fikir geldi, faytoncuya;
"Durun!" dedim ve aceleyle indim.
"Nereye gidiyoruz?"
diye sordu saşkınlıkla beni takip ederken."Gelin benimle." dedim.
Birlikte arkamızda bıraktığımız kilise'ye gittik, tuğladan inşa edilmiş küçük bir taşra kilisesiydi. Kireçli, gri ve boş duvarlar pek belli olmuyordu, kapı açıktı, içeri sızan bir parça loş ışık küçük kürsünün çevresinde mavi gölgeler oluşturuyordu karanlıkta tütsü gibi iki mum peçeli bir çift göz gibi bakıyordu.
İçeri girdik, o şapkasını, elini günah çıkarma kabına soktu, dizlerinin üzerine çöküp istavroz çıkardı.
Ayağa kalkmaya yeltenirken kollarından tuttum.
"Gidin." dedim.
'Kürsünün önüne ya da sizin için kutsal olan bir resmin önüne geçerek söylediklerimi tekrarlayarak
yemin edin."Korkuya varan bir şaşkınlıkla
bana baktı. Fakat söylediğimi çabuk kavradı. İçinde heykel olan bir duvar hücresinin önünde durdu, istavroz çıkarıp diz çöktü."Söylediklerimi tekrar edin: Yemin ederim."
"Yemin ederim." Diye tekrar etti.
Devam ettim; "Para karşılığında ne türden olursa olsun oyun oynamayacağıma, hayatımı ve şerefimi bu ihtirasa kurban etmeyeceğime yemin ederim."
Söylediklerimi titreyerek tekrarladı.
Açık ve yüksek sesle tekrar ettiği bu sözcükler kilisenin boş duvarlarında yankılandı.Sonra bir sükunet hakim oldu mekana.
Öyle bir sükunet ki, dışarıda rüzgarın ağaçlara sürtünürken çıkardığı hışırtılar duyuluyordu. Genç birden, bir tövbekar gibi, evvelinde hiç işitmediğim biçimde Lehçe hızla
ve peşi sıra bir şeyler söyledi. Ne söylediğini anlamıyordum fakat bu bir dua olmalıydı, şükran duyduğuna ve pişman olduğuna dair
bir dua.Çünkü hararetli bir şekilde günahlarını itiraf ederken başını eğiyor ve her defasında daha büyük bir tutkuyla ve tarif edilemez bir samimiyetle Lehçe duasını tekrarlıyordu. Öncesinde ve sonrasında dünyanın
hiçbir yerinde böyle bir dua etme görmedim.Elleri bütün kuvvetiyle ahşap kürsüyü kavramış, bedeni içindeki firtınanın etkisiyle sarsılıyor ve kâh doğruluyor kâh yine secdeye kapanıyordu.
Bir şey görmüyor, hissetmiyordu, onda görünen şey bu dünyaya ait değildi, dönüşümün arafında ilerliyor, daha kutsal bir boyuta doğru yükseliyor gibiydi.
En sonunda yavaş yavaş ayağa
kalktı, istavroz çıkarıp zorlukla döndü. Dizleri titriyordu ve çehresi çok bitkin bir insanın çehresi gibi bembeyaz kesilmişti.Fakat beni gördüğünde, gözleri ışıldadı, yüzü saf ve halis bir insanın gülümsemesiyle aydınlandı.
Yaklaştı, Korelilere has bir tavırla yerlere kadar eğildi, ellerimi tutup saygıyla dudaklarına götürdü.
"Tanrıya sizi bana yolladığı için şükrediyorum."
Ne diyeceğimi bilemedim. Fakat o sırada kilise orgunun bu tevazuyla dile getirilen sözlere eşlik etmesini isterdim, çünkü her şeyin üstesinden gelmiştim: Bu insanı sonsuza dek kurtarmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
24 Hours | Jikook ✓
Fiksi PenggemarAdını dahi bilmediğim bu yabancı adam şimdi uyanacak ve benimle konuşacaktı. Yapmam gereken tek şey o uyanmadan giyinip kaçıp gitmekti. Ona görünmemem, onunla daha fazla konuşmamam gerekiyordu. DİKKAT! Bu kitap, Stefan Zweig tarafından yazılan Bi...