Nerede olduğunu kesin olarak bilmiyordu, ama Sevgi Bakanlığında olabilirdi.
Duvarları pırıl pırıl fayanslarla kaplı, penceresiz, yüksek tavanlı bir hücredeydi. Gizlenmiş lâmbalar, içeriyi soğuk bir ışıkla dolduruyordu. Havalandırma aygıtıyla ilgili olduğunu düşündüğü bir uğultu vardı içeride. Ancak oturulabilecek genişlikte tahta bir sıra, duvarları çevreliyordu. Kapının karşısına düşen köşede bir tuvalet ve hücrenin dört duvarında da birer tele ekran vardı.
Karnına uyuşma tarzında bir ağrı yerleşmişti. Kendisini, o kapalı kamyonete atarak, götürdüklerinden beri, devam ediyordu bu ağrı. Midesini kemiren bir açlık duygusu içindeydi; acıkmıştı. Ağzına yemek girmeyeli yirmi dört saat olmuştu, belki de otuz altı saat. Onu tutukladıklarında sabah mı yoksa akşam mı olduğunu hâlâ bilmiyordu, belki de asla öğrenemeyecekti. Kendisine, tutuklandığından bu yana yemek vermemişlerdi.
Elleri dizlerinde, dar sıranın üstünde, elinden geldiğince dik oturuyordu. Şimdiden sessiz, sakin oturması gerektiğini öğrenmişti. Beklenilmeyen bir davranışta bulunursa, hemen tele ekrandan bağırıyorlardı. Açlığı dayanılmaz olmuştu. Bir dilim ekmek gözünde tütüyordu. Tulumunun cebinde ekmek parçaları olabileceği düşüncesi geçti kafasından. Olabilirdi, çünkü cebindeki bir şey bacağını kaşındırıyordu. Belki de cebinde bir ekmek parçası vardı. Bu istekle, korkusunu yenerek, elini cebine attı.
"Smith!" diye bağırdı, tele ekrandaki ses, "6079 Smith W!
Hücrede elleri cebe sokmak yasak!"
Yeniden elleri dizlerinde, dimdik oturdu. Buraya getirilmeden önce, basit bir tutukevi olan ya da nöbetçiler tarafından geçici kilitli bir yer olarak kullanılan bir hücreye götürülmüştü. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu, ama birkaç saat olabilirdi; saati olmadığı ve günışığını görmediği için zamanı kestirmesi çok güçtü. Orası gürültülü, kötü kokulu bir yerdi. Şu anda içinde bulunduğu hücreye benziyordu, ama daha kirliydi ve içinde kendisinden başka on-on beş kişi daha vardı. Diğer tutukluların çoğu adi suçlulardı, ama aralarında birkaç tane siyasal suçlu da bulunuyordu. Bir yığın pis bedenin arasında sıkışmış ve bir kenarda sesini çıkarmadan oturmuştu. Duyduğu korku ve karnındaki ağrı nedeniyle çevresiyle çok ilgilenmemişti, ama yine de Parti tutukluları ve ötekiler arasındaki fark gözünden kaçmamıştı. Partili tutuklular bir kenara sinmiş, sessizce oturuyorlar; adi suçlularsa hiçbir şeye, hiç kimseye aldırış etmiyorlardı. Gardiyanlara küfrediyorlar, eşyaları alıkonduğu zaman şiddetle kafa tutuyorlar, yere açık saçık sözcükler yazıyorlar, giysilerinin gizli köşelerinden çıkardıkları yiyecekleri yiyorlar, hatta düzeni sağlamaya çalıştığı zaman, tele ekrana bile bağırıyorlardı. Bazılarının gardiyanlarla arası çok iyiydi; onları takma adlarla çağırıyor, onlardan sigara alıyorlardı. Gardiyanlar da, sert davranmaları gerektiği zamanlarda bile, onlara hoşgörü gösteriyorlardı. Çoğu tutuklunun gönderilmeyi beklediği zorunlu çalışma kamplarından, oldukça çok söz edilmekteydi. Duyduğu kadarıyla, kamplar, iyi ilişkiler kurduğun ve iplerin kimin elinde olduğunu bildiğin sürece, 'idare eder' di. Rüşvet, adam kayırma, her tür düzenbazlık, eşcinsellik ve fuhuş almış yürümüştü. Patatesten alkol bile elde edebiliyorlardı. Egemen olanlar ve kampların aristokratları sayılanlar, gangsterler ve katiller gibi adi suçlulardı. Tüm pis işler siyasal tutuklulara gördürülürdü.
Her tür suçlu gidip geliyordu: Esrar satıcıları, hırsızlar, eşkıyalar, karaborsacılar, sarhoşlar, fahişeler. Bazı sarhoşlar öylesine saldırgandılar ki, öteki tutukluların onları bastırmak için bir araya gelmeleri gerekiyordu. Altmış yaşlarında, kocaman göğüsleri hop hop eden, bembeyaz saçlı bir kadın, kendisini dört tarafından kavramış gardiyanlarla boğuşa boğuşa içeri getirildi. Onları tekmelediği çizmelerini ayağından çıkararak, kadını Winston'ın kucağına fırlattılar. Kadın doğruldu ve arkaların- dan "S... pislikler!" diye bağırdı. Az kalsın kemikleri kırılıyordu Winston'ın. Daha sonra bir başkasının üstünde oturduğunu fark etti ve Winston'm dizlerinden yandaki sıraya kaydı. "Üzgünüm canım," dedi. "Kucağında oturmazdım, onlar ittiler. Bir hanıma nasıl davranılacağını bilmiyorlar, değil mi?" Durakladı, göğüslerini yokladı ve geğirdi.
"Özür dilerim," dedi. "Pek iyi değilim." Öne doğru eğildi ve doğruca önüne kustu.
"Şimdi daha iyiyim," dedi. Gözlerini kapatıp geriye yaslandı. "Hiçbir zaman içinde tutmamalı insan, mideye henüz girmişken çıkarmalı."
Kendine geldi ve Winston'a şöyle bir göz attı, ondan hoş-lanmıştı. Geniş kolunu Winston'm omzuna atarak, onu kendisine çekti. Bira kokuyordu, yüzünde kusmuk parçacıkları kalmıştı.
"Senin adın ne, gülüm?" diye sordu.
"Smith," dedi Winston.
"Smith mi? Garip, benim de aldım Smith." Dokunaklı bir sesle ekledi, "Neden olmasın, belki de senin annenindir." Olabilir, diye düşündü Winston. Annesiyle aşağı yukarı aynı yaşta ve onunla aynı yapıdaydı. Zorunlu çalışma kamplarında geçirilen bir yirmi yıl onu bu duruma getirmiş olabilirdi. Kimse Winston'la konuşmamıştı. Sıradan suçlular Partili tutuklularına aldırmıyorlar, onları ilgisiz bir aşağılamayla 'Siyasiler' diye çağırıyorlardı. Parti tutukluları, ne başkalarıyla, ne de kendi aralarında konuşma cesaretini gösterebiliyorlardı. Yalnız bir kez, Winston aynı sırada yan yana oturan iki kadın Parti üyesinin çok aceleyle bir şeyler fısıldadıklarını işitti. Yüz bir numaralı odadan söz ediyorlardı, ama Winston ne demek istediklerini anlamamıştı.
Kendisini oraya getirdiklerinden beri iki ya da üç saat geçmişti. Midesindeki uyuşuk ağrı dinmemişti; zaman zaman etkisini azaltıyor, zaman zaman daha da şiddetleniyordu. Düşünceleri de buna uyarak genişliyor ya da kısırlaşıyordu. Ağrı şiddetlendiği zaman yalnızca acının kendisini, yemek yemek isteğini düşünebiliyordu. Ağrı dindiği zamansa, paniğe kapılıyordu. Başına gelecekleri açık seçik görebildiği anlar oluyor, o zaman kalbi deli gibi çarpıyor, soluğu kesiliyordu. Dirseklerine indirilen cop vuruşlarını, dizlerinde nalçalı çizmelerin tekmelerini hissediyor, kırık dişleri arasından acınma dileyerek yerlerde süründüğünü görür gibi oluyordu. Julia'yı seyrek düşünüyordu. Onu seviyordu ve onu ele vermeyecekti; ama bu, bildiği matematik kuralları gibi bir olaydı. Ona karşı sevgi duymuyor, ona ne olduğunu bile merak etmiyordu. İçinde kıpırdayan bir umutla, O'Brien'ı daha sık düşünüyordu. Tutuklandığını biliyor olmalıydı, O'Brien. Kardeşlik demişti, üyelerini kurtarmak için bir çaba göstermez. Ama jilet vardı, jilet gönderebilirlerdi, isteseler. Gardiyanlar hücresine yetişinceye kadar beş saniyelik bir zaman olurdu. Jilet keskin bir soğuklukla etine gömülecek, jileti tutan parmakları bile kemiğe kadar kesilecekti. İçi ürpertiyle doldu. Elinde jilet olsa, kullanabileceğinden emin değildi. Sonunda işkence bile olsa, on dakika fazla yaşamayı daha doğal buluyordu. Bazen, duvardaki fayans parçalarını saymaya çalışıyordu. Ama bir yerlerde, nerede kaldığını şaşırıyordu çoğunlukla, bulunduğu yeri, saatin kaç olduğunu merak ediyordu. Bazen dışarısının apaydınlık, bazen de zifiri karanlık olduğunu sanıyordu. Bulunduğu bu yerde, içgüdüsüyle, ışıkların hiç kapatılmadığını biliyordu. Burası karanlığın var olmadığı bir yerdi; şimdi O'Brien'ın neden imlemesini anladığını kavramıştı. Sevgi Bakanlığında pencere yoktu. Hücresi yapının en ortasında ya da kenarında bir yerde, yerin on kat aşağısında ya da otuz kat üstünde olabilirdi. Düşüncesinde bir yerden bir yere gidiyor, bedeninin hissettikleriyle, nerede olduğunu saptamaya çalışıyordu.
Dışarıda çizme sesleri duydu. Çelik kapı gürültüyle açıldı. Siyah üniformalı, parlak deri kemerli, yüzü balmumundan yapılmış bir maske sanlığında olan genç bir subay içeri girdi. Dışarıdaki gardiyanlara, beraberlerindeki tutukluyu içeri getirmelerini emretti. Ozan Ampleforth, ayaklarını sürüyerek hücreye girdi ve kapı yeniden kapandı.
Ampleforth, dışarı çıkılacak bir başka kapı varmış gibi bir düşünceyle, sağa sola kararsız birkaç adım attı ve sonra hücrede aşağı yukarı dolaşmaya başladı. Winston'i henüz fark etmemişti. Gözleri Winston'm başının bir metre yukarısındaki duvarda bir noktaya dikilmişti. Ayakkabısızdı; çoraplarındaki delikler- den kirli kocaman parmakları çıkmıştı. Birkaç günlük sakalı vardı.
Winston, üzerindeki uyuşukluğu atmaya çalıştı. Tele ekran tehlikesine karşın, Ampleforth'la konuşması gerekti. Belki de Ampleforth ona jilet getirmişti.
"Ampleforth!" diye seslendi.
Tele ekrandan bağıran olmamıştı. Ampleforth durakladı, biraz şaşırmıştı. Gözleri yavaşça Winston'da odaklandı.
"Smith, sen de ha?"
"Neden içeri tıkıldın?"
"Gerçeği söylemek gerekirse..." Winston'ın karşısındaki sıraya oturdu.
"Bir tek suç vardır, değil mi?" dedi. "Ve sen de onu mu işledin?" "Anlaşılan öyle."
Elini alnına koydu, bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi şakaklarını ovdu.
"Böyle şeyler olur," dedi, belli belirsiz bir sesle. "Tutuklanmama neden gösterilecek bir olay şu olabilir; kuşkusuz büyük bir düşüncesizlik. Kipling'in şiirlerinin son metnini hazırlıyorduk. Dizenin sonunda Tanrı" sözcüğünün kalmasına izin verdim. Elimde değildi!" Öfkeli bir tutumla sürdürdü konuşmasını. Winston'm yüzüne bakarak, "Dizeyi değiştirmek olanaksızdı. Bir önceki dizedeki uyak sözcüğüne karşılık dilimizde ancak on iki sözcük bulabildim, bunu biliyor muydun? Günlerce beynimi zorladım. Ama başka ona uyak yapacak sözcük yoktu!" dedi.
Yüzündeki anlatım değişti. Kızgınlığı, yerini bir hoşnutluk duygusuna bırakmıştı. Gereksiz bir şey bulmuş, saçı başı dağınık bir bilginin entelektüel sıcaklığı ve neşesiydi bu. "ingiliz şiirinin tüm tarihi, bize bu dilin uyaktan yana ne kadar yoksul olduğunu gösteriyor. Aklına gelmiş miydi hiç?" Bu özellik üzerinde hiç düşünmemişti, Winston. Ne de o koşullarda pek önemli gözüküyordu, ona.
"Günün hangi saati olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ampleforth yeniden şaşkınlaştı. "Hiç düşünmedim. Beni iki gün önce, belki de üç gün önce tutukladılar." Gözleri duvarlarda dolaştı, bir yerlerde bir pencere bulmayı umuyor gibiydi. "Burada gece ve gündüz farkı yok. İnsan zamanı nasıl hesaplar, bilmiyorum."
Bir süre sıradan konularda konuştular, sonra, ortada belli bir neden yokken, tele ekrandan susmaları emredildi. Winston elleri çapraz, sessizce oturdu. Dar bir sırada rahat oturamayacak iriyarılıktaki Ampleforth ellerini indirip kaldırıp, kıpırdanıp durdu. Tele ekran rahat durması için bir uyarı daha gönderdi. Zaman geçiyordu. Yirmi dakika mı, bir saat mi geçtiği belli değildi. Yeniden dışarıda çizme sesleri duyuldu. Winston buz kesildi. Yakında, çok yakında, belki de beş dakika içinde, belki şimdi, çizme sesi kendi sırasının geldiğini söyleyecekti ona.
Kapı açıldı. Taş yüzlü subay içeri girdi. Elinin basit bir hareketiyle Ampleforth'u gösterdi.
"101 numaralı oda," dedi.
Ampleforth gardiyanların arasında, yürüdü gitti. Canı biraz sıkılmıştı, ama neler olduğunu pek anlamamıştı.
Çok uzun bir süre geçmiş gibiydi. Winston'm karnındaki ağrı yeniden başlamıştı. Düşünceleri, hoplayıp zıplayıp aynı alanda duran bir top gibi, yeniden aynı yerlere geri dönüyordu. Yalnızca altı düşünce vardı kafasında: Karnındaki sancı, bir parça ekmek, kan ve çığlıklar, O'Brien, Julia, jilet. İç organları bir başka spazm geçirdi; ağır çizmeler yaklaşmaktaydı. Kapı açılırken, içerisi ter kokusuyla doldu. Parsons hücreye girdi.
Sırtında bir spor gömlek, altında haki bir şort vardı. Winston, ilk kez kendini unutacak kadar şaşırmıştı.
"Sen... burada!" dedi.
Parsons ona, ne şaşkın ne de ilgili, ama sefilce bir bakış fırlattı. Sallana sallana, bir aşağı, bir yukarı yürümeye başladı, ayakta durmaya çalışıyordu. Dizleri titremekteydi. Gözlerini açmış, boşluğa şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Senin suçun ne?" diye sordu, Winston.
"Düşünce suçu!" dedi Parsons, ağlamaklı bir sesle. Sesinin tonu, suçunu kabullenişini; ama böyle bir suçlamanın kendisine doğrultulmasından duyduğu dehşeti göstermekteydi. Winston'm karşısında durdu, istekle konuşmaya başladı; "Beni vurmazlar, değil mi, ahbap? Eğer bir şey yapmamışsan, suçun düşüncede kalmışsa seni öldürmezler, değil mi?.. Adaletli yargıladıklarını biliyorum. Onlara bu konuda güveniyorum. İyi bir geçmişim var, değil mi? Nasıl bir adam olduğumu sen bilirsin. Fena biri değilim değil mi? Pek akıllı değilim, ama gayretliyim-dir. Parti için elimden geleni ardıma koymadım, değil mi? Belki beş yılla kurtulurum, ne dersin? Belki de on yılla? Benim gibi bir adamın, çalışma kampında da Partiye yararı dokunur, değil mi? Bir kez raydan çıktım diye beni öldürmezler, değil mi?"
"Suçlu musun?" diye sordu Winston.
"Elbette, suçluyum!" dedi, Parsons. Köleye yakışır bir tutumla tele ekrana baktı, "Parti hiç suçsuz bir adamı tutuklar mı sanıyorsun!" Kurbağa yüzü dinginleşmiş, neredeyse dindar bir anlatım yerleşmişti çizgilerine. "Düşünce suçu en berbat şeydir, ahbap," dedi, duygulu bir biçimde. "Sinsidir. İnsanı, farkına bile varmadan, pençesine düşürür. Beni ne zaman yakaladı biliyor musun? Uykumda! Evet, böyle oldu. Ben orada elimden geleni yapıp çalışırken, kafamda kötü şeylerin olduğunu bilmezken... Düşlerimde konuşmaya başlamışım. Ne söylemişim biliyor musun?"
Sağlıksal bir nedenle açık bir şey söylemek zorunda kalmış birinin tutumuyla sesini alçaktı:
"Kahrolsun Büyük Birader! Evet, böyle söylemişim. Defalarca yinelemişim. Aramızda kalsın, ama daha ileri gitmeden beni yakaladıklarına çok sevindim. Yargıç karşısına çıkınca ne diyeceğim, biliyor musun? 'Teşekkür ederim,' diyeceğim, 'çok geç olmadan beni kurtardığınız için çok teşekkür ederim."' "Seni kim ele verdi?" diye sordu Winston.
"Benim küçük kız," dedi, Parsons. Gurur duyuyor gibiydi. "Kapı deliğinden dinlemiş. Söylediklerimi işitince, ertesi gün beni nöbetçilere ihbar etmiş. Ne akıllı yumurcak, değil mi? Onu suçlamıyorum. Tersine, onunla gurur duyuyorum. Onu iyi yetiştirmiş olduğumu gösteriyor, bu olay."
Birkaç kez daha sendeleyerek, bir ileri, bir geri yürüdü. Bu sırada uzun uzun tuvalete doğru bakıyordu. Sonra bir anda şortunu indirdi.
"Kusura bakma ahbap," dedi. "Uzun süredir bekliyordum!" Kocaman poposunu tuvalete yerleştirdi. Winston elleriyle yüzünü örttü.
"Simth," diye bağırdı tele ekrandaki ses. "6079 Smith W!
Yüzünü aç. Hücrede yüzünü örtemezsin!"
Winston yüzünü açtı. Parsons tuvaleti gürültülü ve uzunca bir süre kullandı. Sifon bozuktu, hücre saatlerce pis koktu. Parsons götürüldü. Hücreye daha birçok tutuklu girdi çıktı. Bir keresinde, bir kadın 101 no'lu odaya götürüleceğini duyduğunda titredi, yüzü sapsarı kesildi. Eğer oraya sabah getirildiyse, o anda öğleden sonranın olduğu; öğleden sonraysa, gece-yarısı olduğu bir zaman geldi. Hücrede kadınlı erkekli altı tutuklu vardı. Herkes dingin oturuyordu. Winston'ın karşısında, kemirgen bir hayvana benzer, çenesiz, dişlek bir adam oturuyordu. Şişman yanakları öylesine çökmüştü ki, oraların bir zamanlar besin deposu olmadığına inanmamak gelmezdi elden. Soluk gri gözleri, herkesin üzerinde dolaşıyor, bir başkasının gözleriyle karşılaşınca kaçırıyordu. Kapı açıldı, görünüşü Winston'i kemiklerine dek ürperten bir başka tutuklu getirildi. Bu ya bir mühendis ya bir teknisyen olan, olağan görünüşlü bir adamdı. Ama asıl şaşırtıcı olan, yüzünün zayıflığıydı. Kurukafa gibiydi. Ağız kısmının inceliğinden dolayı, gözleri olduğundan daha büyük duruyordu. Gözlerinde bir insana, bir şeye karşı derin bir nefret ve öldürme duygusu okunuyordu.
Adam Winston'dan biraz öteye oturdu. Winston adama bir daha bakmadı, ama acı çeker, kurukafaya benzer o yüz gözlerinin önünden gitmiyordu. Birden nedenini kavradı. Adam açlıktan ölmek üzereydi. Bu düşünce aynı anda, hücredeki herkesin kafasında oluştu. Sıranın üstünde bir dalgalanma oldu. Çenesiz adam, gözlerini, kurukafaya benzer adamın üstünde gezdiriyor, sonra suçluymuş gibi kaçırıyor, ama yeniden karşı konulmaz bir çekicilikle ona yöneltiyordu. Yerinde rahat duramıyordu. Sonunda ayağa kalktı, hücrenin ortasına ilerledi, elini tulumunun cebine sokarak utangaç bir tavırla adama bir parça bayat ekmek uzattı.
Tele ekrandan kulakları sağır edici, korkunç bir gürleme sesi geldi. Çenesiz adam korkudan sıçradı.
"Bumstead!" diye bağırdı ses. "2713 Bumstead J! Ekmek parçasını yere at!"
Çenesiz adam ekmek parçasını yere attı.
"Olduğun yerde kal," dedi ses. "Kapıya dön yüzünü.
Kımıldama!"
Çenesiz adam emirlere uydu. Sarkık koca yanakları, elinde olmaksızın titriyordu. Kapı gürültüyle açıldı. İçeriye genç subay ve iriyarı, geniş omuzlu bir gardiyan girdi. Gardiyan çene-siz adamın karşısına geçti ve görevlinin bir işareti üzerine bedeninin tüm ağırlığıyla, adamın ağzına korkunç bir yumruk indirdi. Bu güç adamın ayaklarını yerden kesmişti. Bedeni hücre içinde savruldu ve tuvaletin taşlığına düştü. Bir süre kımıltısız yattı, ağzından ve burnundan kan boşalıyordu. Bilinçsiz bir inleme sesi çıkardı. Sonra yana yuvarlandı, elleri ve ayakları üzerinde doğruldu. Ağzından boşanan kan ve tükürükle birlikte takma dişleri iki parça halinde yere düştü. Tutuklular, elleri dizlerinde, kıpırtısız oturuyorlardı. Çenesiz adam yeniden sırasına çıktı. Yüzünün bir yanı kararmaya başlamıştı. Ağzı, şişerek ortasında siyah bir delik olan, biçimsiz, kırmızı renkli bir nesneye dönüşmüştü. Arada sırada, ağzından tulumunun önüne kan damlıyordu. Gri gözlerini, bu aşağılanma sonucu ötekilerin onu ne kadar küçümsediklerini araştırır gibi, eskisinden daha suçlu, hücredekılerin üstünde dolaştırıyor-du.
Kapı açıldı. Subay sabit bir işaretle kurukafa adamı gösterdi.
"101 no'lu oda," dedi.
Winston'ın tarafında bir kargaşa oldu. Adam kendini yere atmış, dizleri üstüne çökmüş, ellerini kavuşturmuştu. "Yoldaş, Sayın Subay!" diye haykırıyordu. "Beni o yere gö-türmeyin ne olur! Dün size her şeyi söylemedim mi? Daha başka ne öğrenmek istiyorsunuz? İtiraf edecek başka şeyim kalmadı! Söyleyin bana ne olduğunu, hemen itiraf edeyim. Bir kâğıda yazın, imzalarım her şeyi! 101 no'lu odaya götürmeyin, ne olur!"
"101 no'lu oda," dedi subay.
Adamın yüzü öylesine sarardı ki, Winston böyle bir rengin var olabileceğine inanamadı. Kuşku yoktu, yüzü yemyeşildi adamın.
"Bana istediğinizi yapın!" diye bağıdı. "Haftalardır beni aç bırakıyorsunuz. Bitirin artık, öleyim. Öldürün beni- Asın! Bana 25 yıl ceza verin. Ele vermemi istediğiniz başka biri var mı? Kim olduğunu söyleyin, size istediğiniz her şeyi anlatırım. Kim- se beni ilgilendirmiyor, onlara istediğinizi yapabilirsiniz. Bir karım ve üç çocuğum var. En büyüğü altı yaşında. Hepsini toplayıp gözümün önünde boğazlarını bile kesseniz, durup izlerim. Ama ne olur 101 no'lu oda olmasın."
Adam umutsuzca çevredeki tutuklulara göz gezdirdi, kendi yerine geçecek bir kurban arıyordu. Çenesiz adama doğru atıldı.
"Almanız gereken kişi bu, ben değilim!" diye haykırdı. "Yüzünü parçaladığınız zaman neler söylediğini duymadınız. Bana bir şans tanıyın, size her sözcüğü söyleyeyim, Partiye karşı olan o, ben değilim." Gardiyanlar öne ilerlediler. Adamın sesi cıyak cıyaktı. "Onu duymadınız!" diye yinelemekteydi. "Tele ekranda bir bozukluk vardı. Sizin istediğiniz o. Onu götürün, beni değil." İki iriyarı gardiyan, onu kollarından yakalamak için eğilmişlerdi. Adam bu sırada, kendisini yere attı ve sıranın demir bacağını yakaladı. Bir havyan gibi uluyordu. Gardiyanlar adama ellerini gevşetmek için asıldılar, ama o inanılmaz bir güçle karşı koyuyordu. Belki yirmi saniye kadar bu boğuşma sürdü. Tutuklular sessiz, elleri dizlerinde, önlerine bakarak oturmaktaydılar. Uluma dinmişti; adam asılmaktan soluksuz kalmıştı. Değişik bir haykırış duyuldu. Gardiyanlardan birinin çizmesinden gelen tekme, elinin parmaklarından birini kırmıştı.
Onu ayaklarından sürüklediler.
"101 no'lu oda," dedi subay.
Adam dışarı çıkarıldı; başı önde dengesizce yürüyor, elini ovuşturuyordu. Mücadele edecek hali kalmamıştı. Uzun bir zaman geçti. Kurukafa adam götürüldüğü zaman geceyarısıysa, şimdi sabah olmuştu; eğer sabahsa şimdi öğleden sonra olmuştu. Winston uzun süredir yalnızdı. Dar sırada oturmanın acısıyla arada sırada kalkıp tele ekrandan uyan almaksızın hücrede dolaşıyordu. Çenesiz adamın attığı ekmek yerde durmaktaydı. Önceleri ona bakmamak için büyük bir çaba gösteriyordu, ama şimdi açlığı susuzluğa dönüşmüştü. Ağzında yapış yapış ve garip bir tat vardı. Uğultu ve hiç sönmeyen beyaz ışık, kafasını bomboş hissetmesine neden olmuş, zayıf bir yorgunluk aşılamıştı ona. Ayağa kalkması gerekti, kemiklerinin acısına dayanamaz olmuştu. Ama ayağa kalktıktan kısa bir süre sonra, başı döndüğü için yerine oturması gerekiyordu. Fiziksel duyumlarını denetleyebildiği zamanlarda, dehşet hissi geri geliyordu. Bazen zayıf bir umutla O'Brien'ı ve jileti düşünüyordu. Kendisini besleseler, jiletin yemeğin içine gizlenmiş olarak geleceğini düşünüyordu. Julia'yı daha da az düşünüyordu. Bir yerlerde kendisinden daha çok acı çekiyor olabilirdi. Şu anda acıyla bağırıyordu belki. "Eğer acımı iki katına çıkarıp Julia'yı kurta-rabilsem, bunu yapar mıydım? Evet, yapardım," diye düşünüyordu. Böyle bir şeyi yapması gerektiğini düşündüğü için alınmış bir karardı bu. Yoksa böyle bir şeyi hissettiği için yapmazdı. Böyle bir yerde acı ve acının gelmeden önceki duyumlarından başka tüm duygularınız yok oluyordu.
Acaba gerçekten acının içinde olunca insan acının iki katına çıkarılmasını gerçekten kabullenebilir miydi? Henüz bu sorunun karşılığı yoktu. Çizmeler yeniden yaklaşıyordu. Kapı açıldı. O'Brien içeri girdi.
Winston ayağa kalktı. Şaşkınlığı tüm önlemleri kafasından silmişti. Yıllardır ilk kez, tele ekranın varlığını unutmuştu.
"Sizi de mi yakaladılar?" diye bağırdı.
"Beni yakaladıkları çok oluyor," diye yanıtladı O'Brien. Sesinde yumuşak, pişmanlık dolu bir alaycılık vardı. Yana çekildi. Arkasından, elinde kalın, siyah bir cop olan, geniş göğüslü bir gardiyan belirdi.
"Bunu biliyordun, Winston," dedi O'Brien. "Kendini aldatma.
Biliyordun, her zaman da bilmiştin."
Evet şimdi görüyordu, her zaman biliyordu. Ama hiçbir zaman düşünecek zamanı olmamıştı. Gözlerini gardiyanın elindeki coptan alamıyordu. Her yerine inebilirdi; kafasına, kulağının ucuna, koluna, dirseğine...
Dirseğine... Eliyle dirseğini yakalayıp felç inmiş gibi dizlerinin üzerine bıraktı. Her şey sarı bir ışık altındaydı. İnanılmazdı, bir vuruşun bunca acıya neden olması inanılmazdı! Işık geçti, kendisine bakan iki kişiyi gördü. Gardiyan kasıklarını tutarak gülmekteydi. Ama bir sorusu yanıtlanmıştı. Hiçbir zaman, neden ne olursa olsun, acınızın artırılmasını isteyemezdiniz. Acı içinde, tek şey isteyebilirdiniz; durmasını. Dünyadaki hiçbir şey fiziksel acıdan daha kötü olamazdı. Acının karşısında kahramanlık yoktu, yerde işe yaramaz sol kolunu tutarken defalarca düşündü bunu.
2
Kamp yatağına benzer, ama daha yüksekçe bir yatakta uzanıyordu, kıpırdayamayacak gibi sıkıca bağlanmıştı. Her zamankinden güçlü bir ışık yüzünü aydınlatıyordu. O'Brien yanında durmuş, dikkatle ona bakmaktaydı. Onun öteki yanında, elinde şırınga tutan beyaz önlüklü bir adam vardı. Gözlerini açtıktan sonra, çevresini ancak yavaş yavaş algılayabildi. Başka bir dünyadan, bir sualtı dünyasından bu dünyaya yüzerek çıkıyormuş gibi bir duygu vardı içinde. Ne zamandır aşağılardaydı, bilmiyordu. Onu tutukladıklarından bu yana, gü-nışığı görmemişti. Üstelik anıları sürekliliğini yitirmişti. Bilincinin kimi kez uyuduğu ya da öldüğü ve boş bir aralıktan sonra tekrar canlandığı oluyordu. Ama bu aralıkların günler mi, yıllar mı, yoksa saniyeler mi sürdüğünü bilemezdi. Dirseğine indirilen ilk darbeyle, kâbus başlamıştı. Sonraları, bunun ancak bir soruşturma başlangıcı olduğunu kavrayabildi. Herkesin açığa vuracağı bir suçlar zinciri - ihanet, sabotaj gibi suçlar vardı, işkenceler gerçek olsa da itiraflar formalite gereğiydi. Kaç kez dayak yediğini, ne kadar süreyle dayak attıklarını anımsayamıyordu. Her zaman beş ya da altı siyah üniformalı adam vardı. Bazen yumruklarıyla, bazen coplarla, bazen çelik sopalarla, bazen çizmeleriyle dövmüşlerdi. Tekmelerinden kaçmak için, bitmez tükenmez, boş gayretlerle bir hayvan gibi yerlerde kıvranmış, ama bu kaburgalarına, karnına, dirseklerine, bacaklarına ve kuyruk sokumuna daha fazla tekmenin inmesine neden olmuştu. Bazı zamanlar dayak öylesine uzun sürüyordu ki, en iğrenç, en kötü şey, gardiyanların ona attığı dayak değil de, bilincini yitirememesi oluyordu. Sinirlerinin son derece yıprandığı zamanlarda, dayak başlamadan acıma dilendi ve ilk darbeyi yer yemez, işlemediği bir yığın suçu itiraf etti. Hiçbir şey söylememek amacıyla başladığı zamanlar oluyor, o zamanlar ağzından bir tek sözcüğü bile bin bir işkenceyle söküp almak gerekiyordu. Bazen zayıf bir uzlaşmaya gittiği oluyordu, kendi kendine; "İtiraf edeceğim, ama henüz değil. Acının dayanılmaz olduğu bir zamana kadar bekleyeceğim. Uç tekme daha, iki tekme daha, sonra onlara istediklerini söyleyeceğim," diyordu. Bazen ayakta duramayacak kadar dayak yiyor ve hücrenin taş zeminine bir patates çuvalı gibi düşüyor, birkaç saat kendine gelmesi bekleniyor ve yeniden dövülmeye başlanıyordu. Kendine gelmesi için çok uzun zaman geçtiği oluyordu. Ama onları uykuyla ya da yarı baygın olarak geçirdiği için, bulanık bir biçimde hatırlıyordu. Duvara yapışık bir sıra gibi, kalastan bir yatağı olan hücreyi; çinko lavaboyu, soğuk çorba, ekmek ve bazen kahveden oluşmuş yemekleri anımsıyordu. Sakalını ve saçlarını kesmek için gelen asık suratlı berberi, nabzını ve reflekslerini ölçen, gözkapaklarını inceleyen, kırılan kemiklerini muayene eden ve kendisini uyutmak için iğneler vuran, işadamına benzer, sevimsiz, beyaz gömleklileri hatırlıyordu. Dayaklar azalmaya başlamıştı. Verdiği yanıtlar yetersiz olduğu zamanlarda başvurulan bir dehşet aracı olmuşlardı. Artık kendisini sorguya çekenler siyah üniformalılar değil, on-on iki saatlik vardiyalarla çalışan ufak tefek, çevik, parıltılı gözlükleri olan Parti aydınlarıydı. Sürekli hafif bir acı içinde olmasına özen gösteriyorlardı, ama istedikleri derin bir acı değildi. Yüzünü tokatlıyor, kulaklarını büküyor, saçını çekiyor, onu tek ayak üzerinde durdurtuyor, çişe gitmesine izin vermiyor, gözleri kan içinde kalıncaya dek gözüne beyaz ışık tutuyorlardı. Bunlardaki amaç, onu aşağılamak, tartışma ve neden bulma konusundaki direncini ve yeteneğini kırmaktı. Gerçek silâhları, saatlerce süren sorgulamalardı. Sinir yorgunluğu ve ve utançtan ağlamaya başlayıncaya dek onu şaşırtıyorlar, tuzaklar kuruyorlar, her söylediğini başka anlama çekiyorlar, kendisiyle çelişkiye düşürüyorlardı. Bazen bir oturumda beş altı kez ağladığı oluyordu. Her duraksamasında hakaretler yağdırıyor ve onu gardiyanlara teslim etmekle gözdağı veriyorlardı; bazen tutumları değişip ona, "Yoldaş," diye sesleniyorlar ve yaptığı kötülükleri onaracak kadar Partiye bağlı olup olmadığını soruyorlardı. Sinirleri öylesine yıpranmıştı ki, bu bile onun burnunu çeke çeke ağlamasına yetiyordu. Sonunda kafasında dırdır edip duran bu sesler, gardiyanların tekmeleriyle yumruklarından daha etkin bir biçimde direncini kırdı. Artık kendisinden istenileni mırıldanan bir ağız, imzalayan bir el durumuna gelmişti. Tek derdi kendisinden ne söylemesini istediklerini bulmak ve yeni
bir dayağa başlamalarından önce, bunu açıklamaktı. Yüksek
Parti üyelerini katlettiğini, bildiriler dağıttığını, askeri sırları kaçırdığını, zimmetine para geçirdiğini, «abotaj yaptığını itiraf etti. 1968'den beri Doğu Asya devletinin casusu olarak çalıştığını itiraf etti. Dine inandığını, kapitalizmin hayranlarından olduğunu ve cinsel sapık olduğunu itiraf etti. Kendisinin de, sorguya çekenlerin de, karısının yaşamakta olduğunu çok iyi bildikleri halde, onu öldürdüğünü itiraf etti. Yıllardır Goldstein'la kişisel görüşmeler içinde olduğunu ve tanıdığı herkesi içine alan gizli bir örgütün üyesi olduğunu itiraf etti. Her şeyi itiraf etmek, herkesi içine almak çok kolay oluyordu. Bir bakıma hepsi doğruydu da... Partiye düşman olduğu doğruydu ve Partinin görüşüne göre, düşünce ve eylem arasında fark yoktu.
Başka tür anıları da vardı. Çevresi karartılmış resimler gibi, belleğinde, bağlantısız yerlerde duruyorlardı.
Belki karanlık, belki aydınlık bir hücredeydi, bir çift gözden başka bir şey göremiyordu. Yakında bir yerde bir alet, yavaş ve düzenli, tıkırdıyordu. Gözler büyüdü, büyüdü ve Winston ansızın oturduğu yerden havalandı, gözlerin içine daldı ve orada yutuldu.
Göz kamaştıran ışıklar altında, etrafı çeşitli kadranlarla çevrili bir koltuğa sıkı sıkı bağlanmıştı. Beyaz önlüklü birisi kadranları okuyordu. Dışarıdan sert ayak sesleri geldi; kapı açıldı ve ardında iki gardiyanla soluk yüzlü bir subay içeri girdi.
"101 no'lu oda," dedi, subay.
Beyaz önlüklü adam geriye dönmedi, Winston'a da bakmadı.
O yalnız önündeki kadranlara bakıyordu. Bir kilometre eninde, altın renkli yumuşak ışıklarla aydınlatılmış uzun bir koridorda kahkahalar atarak, avaz avaz itiraflarda bulunarak ilerliyordu. Her şeyi açığa vuruyordu, işkence sırasında saklamayı başardığı şeyleri bile. Bütün hayat öyküsünü, onu zaten en ince ayrıntısına dek bilen bir izleyici grubuna aktarıyordu. Gardiyanlar, kendisini sorgulayanlar, beyaz gömlekliler, O'Brien, Julia ve Bay Charrington onunla birlikte geli- yor ve kahkahalarla gülüyorlardı. Gelecekte kendisini bekleyen o şey olmamıştı. Her şey yoluna girmiş, acılar sona ermiş, hayatının en son ayrıntısını da açıklamış ve bağışlanmıştı. O'Brien'ın sesine benzer bir ses duymuş olduğu için yatakta doğruldu. Her şeyi yöneten O'Brien'dı. Gardiyanları Wins-ton'ın üzerine gönderen ve öldürmelerine engel olan oydu. Winston'ın ne zaman acıyla çığlıklar atacağına, ne zaman uyuyacağına, koluna ne zaman iğne yapılacağına karar veren oydu. Sorulan soran ve yanıtları öneren oydu. İşkenceci oydu, koruyucu oydu, sorgulayıcı oydu, arkadaş oydu. Hatta bir kez, ilaçla uyutulduğu zaman mı, doğal uykusunda mı olduğunu Winston hatırlamıyordu, bir ses kulağına, "Kaygılanma Winston," diye fısıldamıştı. "Benim kanadım altındasın, yedi yıldır seni gözlü-yordum. Dönüm noktası geldi. Seni kurtaracağım, seni yetkin-leştireceğim!" O'Brien'ın sesi olup olmadığını bilemiyordu, ama ona, "Karanlığın var olmadığı yerde buluşacağız," diyen sesle aynıydı.
Sorgulamanın ne zaman son bulduğunu hatırlamıyordu. Karanlık bir dönemden sonra, kendini bir odada ya da hücrede buldu. Sırtüstü yatmıştı, kıpırdayamıyordu. Bedeni her tarafından bağlanmıştı. Başı bile arkadan bağlanmıştı. O'Brien ona eğilmiş, hüzünlü bir ifadeyle bakmaktaydı. Yüzü alttan bakılınca, gözlerinin altındaki torbalardan, buradan da çenesine doğru ilerleyen yorgun çizgiler nedeniyle yıpranmış ve berbat görünüyordu. Winston'm düşündüğünden de yaşlıydı, kırk sekiz ya da elli yaşlarında olmalıydı. Önünde, üzerinde sayılar bulunan, bir kadranı olan bir kol tutmaktaydı. "Yine buluşursak sana burada olacağını söylemiştim," dedi O'Brien.
"Evet," dedi Winston.
Önceden uyarılmadan, O'Brien'ın küçük bir hareketiyle bedenine bir ağrı dalgası yayıldı. Korkunç bir şeydi bu, çünkü bedenine öldürücü ağrılar saplanmasına karşın, ne yapıldığını göremiyordu. Bunun gerçekten kendisinde var olduğunu mu, yoksa etkinin elektriksel olarak mı yaratıldığını bilmiyordu, ama bedeni bu acıyla biçimini yitiriyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. Ağrıdan alnını boncuk boncuk ter kaplamıştı, ama en kötüsü, belkemiğinin kopmak üzere olduğu korkusuydu. Bağırmamak için dişlerini sıkarak burnundan solumaya başladı.
"Bir an gelip," dedi, O'Brien onun yüzünü inceliyordu, "bir şeylerin kırılacağından korkuyorsun. Özellikle bunun belkemiğinin olmasından korkuyorsun. Omurgalarının ayrılıp içinden sıvısının akacağını düşünüyorsun, öyle değil mi
Winston?"
Winston karşılık vermedi. O'Brien kadranın göstergesini indirdi. Acı ansızın, geldiği hızla kayboldu.
"Bu kırktı," dedi, O'Brien. "Gördüğün gibi, kadrandaki sayılar yüze kadar çıkıyor. Konuşmamız sırasında sana istediğim anda, istediğim ölçüde acı çektirebileceğimi lütfen unutma. Eğer bana yalan söylersen ya da kaçamak yanıtlar vermeye kalkışırsan, ya da normal zekâ düzeyinin altına inersen, acı içinde kıvranırsın. Anlıyor musun?" "Evet," dedi Winston.
O'Brien'ın tutumu ciddiliğini biraz yitirmişti. Gözlüklerini düzeltti ve aşağı yukarı birkaç adım attı. Sonra sabırlı ve nazik bir tutumla konuşmaya başladı. Bir doktorun, bir öğretmenin, hatta bir rahibin havası vardı üzerinde; cezalandırmaktan çok açıklamak ve inandırmak istiyor gibiydi: "Senin için büyük güçlüklere katlanıyorum, Winston," dedi. "Çünkü bu zorluklara değersin, sen! Sorununun ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Bunu yıllardır bilmene karşın, bilgine karşı yıllarca savaştın. Zayıf bir belleğin var. Gerçek olayları hatırlayamıyorsun ve olmamış olayları hatırladığına kendini inandırıyorsun. Neyse ki tedavi edilebilirsin. Kendini iyileştiremedin, çünkü istemiyordun. Ufak bir çaba bile göstermen yeterliydi, ama sen bundan kaçındın. Erdem adı altında, bu hastalığa sıkı sıkı sarılıyorsun. Bir örnek ele alalım; söyle bakalım, Okyanusya şu anda kiminle savaşmaktadır?"
"Tutuklandığım zaman, Okyanusya, Doğu Asya'yla savaşıyordu."
"Doğu Asya'yla. Güzel. Okyanusya her zaman Doğu Asya'yla savaş durumundaydı, öyle değil mi?"
Winston soluğunu tuttu. Konuşmak için ağzını açtı, ama bir şey söylemedi. Gözünü kadrandan alamıyordu.
"Gerçeği, lütfen, Winston. Senin gerçeğini. Bana hatırladığını söyle."
"Tutuklanmadan bir hafta önce Doğu Asya'yla savaşmadığımızı hatırlıyorum. Müttefikimizdi. Avrasya'yla savaşıyorduk o zamanlar. Bu savaş tam dört yıl sürmüştü." O'Brien elinin bir hareketiyle onu susturdu.
"Başka bir örnek verelim. Yıllar önce çok ciddi bir yanılsaman olmuştu. Uzun itiraflardan sonra yurdunu satma ve sabotaj suçlarıyla idam edilen üç eski Parti üyesinin, Jones, Aaron-son, Rutherford'un aslında suçsuz olduklarına inanıyordun. İtiraflarının doğru olmadığını kanıtlayan bir belgenin eline geçtiğine inanıyordun. Bir fotoğrafı ellerinde tuttuğun düşüne kapıldın. Bunun gibi bir fotoğraftı..." O'Brien parmakları arasında bir gazete parçası tutuyordu. Beş saniye kadar bunu Winston'ın görüş alanında tuttu. Bir fotoğraftı, besbelliydi. O fotoğraftı bu. On bir yıl önce bir rastlantı sonucu eline geçen ve hemen yok ettiği fotoğraf. Kısa bir süre için, gözleri önünde durmuş, sonra kaybolmuştu. Ama kuşku yoktu, görmüştü onu. Bedeninin üst bölümünü bağlardan kurtarabilmek için umarsız bir atılımda bulundu, ama kı-pırdayamadı. Kadranı unutmuştu. Fotoğrafı bir kez daha elinde tutabilmeyi, hiç olmazsa bir kere daha görebilmeyi istiyordu.
"Bu fotoğraf var olan bir şey," diye bağırdı.
O'Brien, "Hayır," dedi.
Odanın öbür yanına gitti. Karşı duvarda bir bellek deliği vardı. O'Brien kapağını kaldırdı. Kâğıt sıcak hava akımıyla taşındı ve derinliklerdeki alevlerle yitip gitti. O'Brien ansızın arkasını döndü.
"Küller," dedi. "Tanınmaz durumda olan küller. Toz. Fotoğraf var olan bir şey değil. Hiçbir zaman var olmadı." "Evet var olmuştu! Hâlâ var. Anılarda yaşıyor. Ben hatırlıyorum, sen de hatırlıyorsun." "Ben hatırlamıyorum," dedi O'Brien.
Winston'm içine umutsuzluk çöktü. Çiftdüşündü bu. Kendisini çaresiz hissetti. Eğer O'Brien'ın yalan söylediğine inana-bilse, o zaman sorun kalmazdı. Ama O'Brien fotoğrafı gerçekten de unutmuş olabilirdi. Eğer öyleyse, onu hatırladığını, yadsıdığını da unutmuş demekti. Bütün bunların bir sahtekârlık ol- duğuna nasıl inanabilirdi insan? Belki de istenirse, akıl hastala-rındaki gibi akılla oynanabilirdi.
O'Brien ona izler gözlerle bakıyordu. Yetenekli, ama dik-kafalı bir öğrencisiyle konuşan bir öğretmen havası vardı üzerinde. "Geçmişin denetimiyle ilgili bir Parti sloganı vardır. Onu lütfen yineler misin?"
"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi Winston.
"Şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi O'Brien. Başını onaylar bir tutumla salladı. "Geçmişin gerçekten var olduğuna inanıyor musun Winston?"
Yeniden bir umutsuzluk duygusu çöktü Winston'm içine. Gözleri kadrana doğru kaydı. "Evet" ya da "hayır" karşılığından hangisinin onu kurtaracağını ve bunlardan hangisinin gerçekliğine inandığını bilmiyordu.
O'Brien hafifçe gülümsedi. "Sen bir metafizikçi değilsin, Winston," dedi. "Bugüne dek varoluşun ne demek olduğunu hiç düşünmedin. Şöyle açıklayayım. Geçmiş, uzayda somut olarak var mıdır? Bir yerde, başka bir yerde, somut nesnelerin
dünyasında geçmiş hâlâ yaşıyor mu?"
"Hayır."
"Öyleyse geçmiş nerededir?"
"Kayıtlarda yazılıdır."
"Kayıtlarda. Ve?"
"İnsan aklında. İnsan belleğinde."
"İnsan belleği. Çok iyi. Öyleyse, biz Parti olarak kayıtları ve insan belleğini denetliyoruz. Öyleyse geçmişi de denetleriz, öyle değil mi?"
"Ama insanların olayları anımsamamalarını nasıl ortadan kaldırabilirsiniz?" diye bağırdı Winston. Bir an için kadranı unuttu. "İnsanın elinde değildir bu, isteği dışındadır. Belleği nasıl denetleyebilirsiniz? Benimkini denetleyemediniz." O'Brien yeniden ciddileşti. Elini kadranın üzerine koydu. "Tersine, onu sen denetlemedin. İşte bu nedenle, şimdi buradasın. Çünkü alçakgönüllülükten ve kendini denetlemekten uzaklaştın. Bir deli, bir kişilik, bir azınlık olmayı seçtin. Yalnız denetim altında olan bir kafa gerçeği görebilir, Winston; sen gerçeğin, nesnel dış ve kendi başına var olan bir olgu olduğunu düşünüyorsun. Ayrıca gerçeğin açıklığına inanıyorsun. Bir şey gördüğüne kendini inandırdığın zaman herkesin de seninle aynı şeyi gördüğünü kabul ediyorsun.
Ama Winston, söyleyeyim, gerçek dışsal bir olay değildir. Gerçek insan aklında yaratılır, başka yerde yoktur. Bireylerin akıllarında değil, çünkü bireyler yanlış yapabilirler. Gerçek, yalnız ortak ve ölümsüz olan Partinin aklındadır. Partinin inandığı ne varsa, gerçektir. Partinin gözleriyle bakılmadıkça, gerçek görülemez. Öğrenmen gereken olay budur, Winston. Benliğini değiştirmelisin, istemek için çaba göstermelisin.
Doğru düşünebilmek için kendini alçakgönüllü kılmalısın." Söylediklerinin iyice bellenmesini ister gibi birkaç saniye durakladı.
"Hatırlıyor musun?" diye sürdürdü konuşmasını. "Günlüğüne şöyle yazmıştın: Özgürlük, iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir."
"Evet."
O'Brien dört parmağını göstererek sol elini Winston'a doğru kaldırdı.
"Kaç parmak görüyorsun?"
"Dört."
"Eğer Parti dört değil, beş olduğunu söylerse o zaman kaç tane görürsün?"
"Dört."
Sözü acıyla attığı çığlıkla son buldu. Kadranın ibresi elli beşe kadar yükselmişti. Winston'ın her yanını ter bastı. Dolan hava, ciğerlerini parçalıyor gibiydi, soluk verirken, dişlerini sıkması bile işe yaramıyordu; acıyla bağırmaktaydı. O'Brien dört parmağı havada onu izliyordu. İbre düştü. Bu kez acı biraz hafiflemişti.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört."
İbre altmışa çıktı.
"Kaç parmak Winston?"
"Dört! Dört! Dört! Başka ne diyebilirim? Dört!"
İbre yükselmiş olmalıydı, ama Winston bakmıyordu. Ciddi, koca bir yüz ve dört parmak görüyordu yalnızca. Parmaklar gözlerinin önünde kocaman, bulanık sütunlar gibi duruyor, titreşiyorlardı; ama kuşku yoktu, dört taneydiler.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört. Durdurun şunu. Durdurun! Yapamazsınız bunu. Dört!
Dört!"
"Kaç parmak Winston?"
"Beş! Beş! Beş!"
"Hayır Winston, yararı yok. Yalan söylüyorsun. Hâlâ dört olduğunu düşünüyorsun. Kaç parmak, lütfen?" "Dört! Beş! Dört! İstediğiniz gibi olsun. Yalnızca durdurun şunu, acımı durdurun!"
Birden, O'Brien'in kolları omzunda, dik oturur halde buldu kendini. Birkaç saniye için bilincini yitirmişti. Bedenini tutan kayışlar gevşetilmişti. Çok üşüyor, titremesini denetleyemi-yordu. Dişleri birbirine çarpıyor, yanaklarından aşağıya yaşlar süzülüyordu. Bir süre bir bebek gibi kendini o ağır kolların arasında rahat hissederek, O'Brien'e sarıldı. O'Brien koruyucusuy-muş, duyduğu acı dışarıdan, bir başka kaynaktan geliyormuş ve sanki O'Brien kendisini kurtaracakmış gibi bir duygu vardı içinde.
"Yavaş öğreniyorsun, Winston," dedi O'Brien; nazikti.
"Elimden başkası gelmiyor," diye hüngür hüngür ağlıyordu Winston. "Gözümün önünde dururken nasıl görmem? İki kere iki dört eder."
"Bazen, Winston. Bazen beş eder. Daha çok çaba göstermelisin. Akıllı bir insan olmak kolay değildir." Winston'i yatağa yatırdı. Onu yeniden bağladı; titremesi geçmiş, acısı yitmişti, ama kendisini zayıf hissediyordu, üşü-müştü. O'Brien başıyla, sorgu boyunca, karışmadan beklemiş olan adama işaret etti. Beyaz gömlekli adam eğildi, yakından Winston'm gözlerini inceledi, nabzını ölçtü, göğsünü dinledi, bedenini muayene ettikten sonra O'Brien'a işaret etti.
"Yineleyin," dedi O'Brien.
Winston'm bedeni acıyla doldu. İbre yetmişe, yetmiş beşe yükselmiş olmalıydı. Bu kez gözlerini yummuştu. Parmakların orada olduğunu biliyordu, hâlâ dört taneydiler. Önemli olan, spazm geçene dek yaşamaktı. Ağlayıp ağlamadığını bilmiyordu artık. Acı yeniden hafifledi. Gözlerini açtı. O'Brien ibreyi indirmişti.
"Kaç parmak, Winston?"
"Dört, sanırım dört tane var. Çalışırsam beş görebilirim. Beş görmeye çalışıyorum."
"Ne yapmak istiyorsun? Beni beş gördüğüne inandırmak mı, yoksa gerçekten onları beş olarak görmek mi?" "Yineleyin," dedi O'Brien.
"Onları gerçekten görmek."
İbre sekseni ya da doksanı gösteriyordu. Winston acının nedenini arada sırada hatırlayabiliyordu. Gözünün önünde parmaklardan oluşmuş bir tür orman, bir tür dans yapıyor, dalgalanıyor, kaybolup yeniden ortaya çıkıyordu. Onları saymaya çalışıyordu, ama nedenini artık hatırlayamıyordu. Yalnız onları saymanın olanaksız olduğunu ve beşle dört arasındaki gizemli farkın bunu etkilediğini biliyordu. Acı yeniden dindi. Gözlerini açtığında, aynı şeyleri gördüğünü anladı. Sayısız parmak, birçok yönde kıpırdanıyor, oynuyordu.
Yeniden gözlerini kapadı.
"Kaç parmak görüyorsun, Winston?"
"Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bir daha yinelerseniz beni öldürürsünüz. Dört, beş, altı, içtenlikle söylüyorum bilmiyo- rum.'
"İlerleme gösteriyorsun," dedi O'Brien.
Bir iğne Winston'ın derisinin altına kaydı. Aynı anda, rahatlık ve huzur veren bir sıcaklık, içine yayıldı. Ağrısını unutmuş gibiydi. Gönül borcuyla O'Brien'a baktı. Bu kocaman, çizgilerle dolu, çirkin, ama zeki yüzün görünüşü gönlünü okşuyordu.
Bağlı olmasa, elini uzatıp O'Brien'ın omzuna koyacaktı. O'Brien'ı şimdiye dek hiç bu kadar çok sevmemişti. Ama bu, yalnız acı çekmesine son verdiği için değildi. Eski, dipte yatan duygusu açığa çıkmıştı; O'Brien'ın dost mu yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. O'Brien konuşulabilecek bir kişiydi. Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu. O'Brien ona delirebileceği bir sınıra kadar işkence etmişti ve bir süre sonra onu ölüme göndereceği ortadaydı. Ama fark etmezdi. Bu, arkadaşlıktan daha derin bir şeydi; onlar sırdaştılar; burada ya da şurada, asıl sözcükler hiç konuşulmamış olsa bile, bir gün karşılaşıp konuşabilirlerdi. O'Brien, yüzünde onun bu düşünce- sine katıldığını belirten bir anlatımla, ona bakıyordu.
Konuştuğu zaman tutumu olağandı.
"Nerede olduğunu biliyor musun, Winston?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Tahmin edebilirim. Sevgi Bakanlığında."
"Ne kadar zamandır buradasın, biliyor musun?"
"Bilmiyorum. Günler, haftalar, aylar, sanırım aylardır."
"Neden insanları böyle bir yere getiriyoruz sanıyorsun?"
"İtiraf etmeleri için."
"Hayır, neden bu değil. Yeniden dene!"
"Onları cezalandırmak için."
"Hayır!" diye bağırdı O'Brien. Sesi çok değişmiş, yüzü ciddileşmiş, tanınmaz olmuştu. "Hayır! Ne sana itiraf ettirmek, ne de cezalandırmak için. Seni buraya neden getirdiğimizi söyleyeyim. Seni iyileştirmek için. Seni akıllandırmak için! Anlıyor musun Winston? Buraya giren hiç kimse iyileşmeden çıkmaz. O işlediğin aptalca suçlar ilgilendirmiyor bizi. Parti, eylemlerinle değil, düşüncelerinle ilgileniyor. Biz düşmanlarımızı yok etmeyiz. Onları değiştiririz. Bununla ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Winston'm üzerine eğilmişti. Yüzü çok yakın olduğu için çok büyüktü, aşağıdan bakıldığı için de çok çirkin görünüyordu. Garip, çılgınca bir anlatım kaplamıştı yüzünü. Winston'm yüreği hopladı. Yatağa biraz daha gömülebilir miydi acaba? O'Brien'ın yeniden ibreyi çevireceğinden kuşkusu yoktu. O sırada O'Brien uzaklaştı. Birkaç kez odada dolaştı. Ve sonra daha az hiddetle sürdürdü konuşmasını:
"Anlaman gereken ilk şey, burada şehit diye bir olay olmadığıdır. Geçmişteki dinsel kıyımları okumuşsundur.
Ortaçağlarda Engizisyon vardı, ama başarılı olamadı. Doğru yoldan ayrılanları yok etmek amacıyla işe başladı. Ama sonunda yok olan kendisi oldu. Çünkü kazığa bağlayıp yaktığı her adamın yerine binlercesi çıktı. Neden böyle oldu? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını herkesin önünde tövbe etmeden öldürüyordu. Öldürme nedeni zaten suçluların tövbe etmemeleriydi. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçemedikleri için ölüyorlardı. Aslında tüm onur suçlunun, tüm utanç ise onu yakan Engizisyonun oluyordu. Daha sonraları, yirminci yüzyılda totaliterler vardı. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. Ruslar doğru yoldan ayrı- lanları, Engizisyondan daha şiddetli cezalandırdılar. Geçmişteki yanlışlardan öğrenmişlerdi; şehitler yaratılmamalıydı. Kurbanlarını mahkeme önüne çıkarmadan önce insanlık onurlarını öldürüyor, aç bırakarak, işkence ederek, tüm dirençlerini kırıyorlardı. Sonuçta kendilerine ne söylenirse kabul ediyorlar, birbirlerini ele veriyor, birbirlerinin ardına gizleniyorlar, acıma dileniyorlardı. Âmâ birkaç yıl sonra aynı şeyler yinelendi. Ölenler şehit oldular; alçaldıkları unutulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü, itiraflarının düzmece olduğu ve işkence yoluyla elde edildiği anlaşılmıştı. Biz bu tür yanlışlar yapmıyoruz. Buradaki tüm itiraflar doğrudur. Onları biz doğru yapıyoruz. En önemlisi, ölülerin bize karşı çıkmak için dirilmelerini önlüyoruz. Sonraki kuşakların seni savunacağını sakın düşünme, Winston. Sonrakiler senin adını bilmeyecek, seni tarih zincirinden söküp atacağız. Seni gaz haline sokup atmosfere salacağız. Senden geriye hiçbir şey kalmayacak; ne bir ad, ne bir kayıt, ne de beyinlerde bir anı. Geçmişten olduğu gibi, gelecekten de silineceksin. Sen hiç yaşamamış olacaksın."
Winston anlık bir buruklukla, öyleyse neden bana işkence ediyorlar, diye düşündü. O'Brien, sanki Winston düşüncelerini yüksek sesle söylemiş gibi adımlarını değiştirdi ve gözleri kısık, o çirkin yüzüyle yaklaştı.
"Seni yok edeceksek, neden bu sorgulama zahmetine katlanıyoruz diye merak ediyorsun. Öyle değil mi?" "Evet," dedi Winston.
O'Brien gülümsedi. "Sen bir yanlışsın. Silinmesi gereken bir lekesin. Sana biraz önce geçmiştekilerden farklı olduğumuzu söylemiştim. Biz, zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız. Bize kendi isteğinle uymalısın. Biz bize başkaldıranları yok etmeyiz. Akıllarını ele geçirip değiştirir, yeniden biçimlendiririz. Ondaki tüm kötülüğü yok eder, onu yalnız görünüşte değil, tüm gönlü ve tüm ruhuyla kendi tarafımıza çeker, sonra öldürürüz. Katlanamayacağımız tek şey, ne kadar güçsüz ve gizli olursa olsun, dünyada yanlış bir düşüncenin var olmasıdır. Ölüm anında bile, doğru yoldan sapma söz konusu olmamalıdır. Geçmişte, doğru yoldan sapanlar, ölüme aynı düşünceleri taşıyarak giderlerdi. Rusya'da bile kurban kurşuna dizilmeye giderken kafatasının içinde başkaldırısını korurdu. Ama biz, beyni parçalamadan önce, onu yetkinleştiriyoruz. Eski despotların emri, "Olmamalısın,"dı; totaliterlerin emri, "Olmalısın"dı. Bizim emrimiz ise, "Öylesin"dir. Buraya getirdiğimiz hiç kimse bize karşı dayanamaz. Herkes temizlenir. Bir zamanlar suçsuz olduklarına inandığın o üç sefil hain, Jones, Aaronson ve Rutherford bile, sonunda yola gelmişti. Sorgulamalarında ben de bulunmuştum. Yavaş yavaş dirençlerinin kırılıp, ağlayan, yalvaran, sürünen birer yaratık olduklarını gözlerimle gördüm. Sonunda korkudan ya da acıdan değil, pişmanlıktan bu duruma gelmişlerdi. Onlarla işimiz bittiğinde artık insan kabuklarıydılar. İçlerinde yalnız, yaptıklarından dolayı bir hüzün ve Büyük Biradere olan sevgileri kalmıştı. Onu ne kadar çok sevdiklerini görmek çok etkileyiciydi. Henüz kafalarının içi temizken ölebilmek için, kendilerini hemen kurşuna dizmemizi istiyorlar ve yalvarıyorlardı."
Sesi hülyalanmıştı. Hâlâ yüzünden coşkusu ve çılgınca isteği okunuyordu. Winston onun rol yapmadığını biliyordu, ikiyüzlü değildi, söylediklerinin her sözcüğüne inanıyordu. Zihinsel yeteneklerinin yetersiz olması, Winston üzerinde bir baskı oluşturuyordu. Bu ağır bedenin bir ileri, bir geri yürüyüşünü izledi. O'Brien kendisinden her bakımdan büyüktü. Kendisinin inandıklarını ya da inanabileceklerini O'Brien daha önceden biliyordu; onları incelemiş ve yadsımıştı. Onun zihni
Wins-ton'ınkini de içeriyordu. Öyleyse, O'Brien'ın deli olduğunu nasıl söyleyebilirdi? Deli olan kendisi olmalıydı. O'Brien durdu ve Winston'a baktı. Sesi ciddileşmişti:
"Bize boyun eğerek canını kurtarabileceğini sanma sakın, Winston. Bir kere bozulmuş olanlar asla bağışlanmazlar.
Ömrünün sürmesine izin versek bile, elimizden kaçamazsın. Sana olanlar, ölümsüzdür. İlk önce bunu anlamalısın. Seni dönüşü olmayacak noktaya kadar değiştireceğiz. Bin yıl yaşasan bile iyi-leşmeyecek değişiklikler olacak sende. Asla, olağan insanca duygularına kavuşamayacaksın. İçindeki her şey ölmüş olacak. Sevgi, arkadaşlık kurabilme yeteneklerin, yaşama sevincin yitmiş olacak, gülmeyeceksin, merak duymayacaksın, cesaret gösteremeyeceksin, onur duyamayacaksın. Bomboş olacaksın. Seni boşaltıp yerine kendimizi dolduracağız."
Durdu ve beyaz gömlekli adama işaret etti. Winston başının arkasına kocaman bir aletin dayandığını hissetti. O'Brien yatağın yanına oturmuştu; yüzü Winston'ınkiyle aynı yükseklikteydi.
Winston'ın başının gerisinde duran beyaz gömlekli adama, "Üç bin," dedi.
Hafif bir ıslaklık bırakan iki küçük yastığı Winston'm şakaklarına yerleştirdiler. Winston ürperdi, yeni bir acı gelmek üzereydi. O'Brien cesaret verici bir hareketle onun kolunu tuttu.
"Bu kez canın yanmayacak," dedi. "Gözlerimin içine bak." O anda korkunç bir patlama ya da ona benzer bir şey oldu. Ses çıkıp çıkmadığını hatırlamıyordu, ama gözleri kör edici bir ışıkla dolmuştu. Winston yaralanmamış, ama kötü bir biçimde sersemlemişti. Patlama olduğu zaman, sırtüstü yattığı halde, sanki onun etkisiyle devrilmiş gibiydi. Korkunç patlama onu yerle bir etmiş gibiydi. Başının içinde bir şeyler olmuştu. Işığın etkisi geçip de gözleri yeniden görmeye başlayınca, kim olduğunu, nerede bulunduğunu hatırlamış, karşısındaki yüzü tanımıştı. Ama yine de beyninden bir parça koparılmış gibi, bir taraflarında bir boşluk vardı.
"Uzun sürmez!" dedi, "Gözlerime bak! Okyanusya kiminle savaşıyor?"
Winston düşündü. Okyanusya'nın ne olduğunu ve kendisinin bir Okyanusyalı olduğunu biliyordu. Avrasya ve Doğu Asya'yı da hatırlıyor, ama kimin kiminle savaştığını bilmiyordu. Aslında bir savaş olup olmadığından bile emin değildi. "Hatırlamıyorum."
"Okyanusya Doğu Asya ile savaşıyor. Senin ömrünün başlangıcından, Partinin başlangıcından, tarihin başlangıcından bu yana, savaş kesintisiz sürüyor. Bunu hatırlıyor musun?"
"Evet."
"On bir yıl önce yurtlarını sattıkları için idamlarına karar verilen üç adam hakkında bir efsane yaratmıştın. Onların suçsuz olduklarını kanıtlayan bir kâğıt parçası gördüğünü sandın. Aslında böyle bir kâğıt parçası yok. Onu sen kafanda yarattın ve buna inandın. Onu ilk ne zaman yarattığını hatırlıyor musun?"
"Evet."
"Şimdi elimin parmaklarını kaldırıyorum. Beş parmağımı görüyorsun değil mi?"
"Evet."
O'Brien parmaklarından birini içeri aldı.
"Şimdi beş parmak var, beş parmağımı görüyor musun?" "Evet."
Ve gerçekten gördü, bir an için... Sonra her şey eski haline döndü, eski korkuları, şaşkınlıkları geri geldi. Ne kadar uzunlukta olduğunu bilmiyordu, belki otuz saniye kadar sürmüştü, ama apaçık görmüştü, işte! O'Brien'ın sözleri somut gerçek olmuştu. Eğer gerekirse iki kere iki beş edebilirdi. O'Brien elini indirmeden önce bu görüntü kayboldu. Hayatının bir başka kesitinde capcanlı bir deneyim olarak hatırlayacağı bu olay belleğinde iyice yer etti.
"Görüyorsun işte, demek olabiliyormuş," dedi O'Brien. O'Brien hoşnut bir havayla ayağa kalktı. Winston solundaki beyaz gömlekli adamın bir ampul kırarak şırıngasını doldurduğunu gördü. O'Brien yüzünde bir gülümsemeyle Winston'a döndü. Eski davranışıyla gözlüklerini yerleştirdi. "Günlüğüne, seni anlayan ve konuşabileceğin bir insan olduğum sürece, düşman ya da dost olmamın önemli olmadığını yazmıştın, hatırlıyor musun? Haklıydın. Seninle konuşmak hoşuma gidiyor. Düşünce yapın ilgimi çekiyor. Bana
benimkini hatırlatıyor, yalnız bir fark var: Seninkinin deli olması. Sorgulama bitmeden önce bana birkaç soru
sorabilirsin, istersen eğer." "İstediğin her soruyu mu?" "İstediğini."
Winston'm gözlerinin kadranda olduğunu gördü. "Kapatıldı. İlk sorun ne?"
"Julia'ya ne yaptınız?" diye sordu Winston.
O'Brien yeniden gülümsedi. "Seni sattı, Winston. Hemen! Bu kadar çabuk tarafımıza geçen bir insan seyrek görülür. Onu görsen tanıyamazsın. Bütün başkaldırıcılığı, bütün çılgınlığı, kirli düşünceleri ondan sökülüp alındı. Yetkin bir dönüştürme işlemiydi, kitaplara geçecek kadar."
"Ona işkence ettiniz mi?"
O'Brien bunu yanıtlamadı. "Başka soru?" diye sordu.
"Büyük Birader diye bir şey var mı?"
"Elbette ki var. Parti var. Büyük Birader Partinin bütünüdür." "O da benim var olduğum gibi mi var?" "Sen yoksun," dedi O'Brien.
Yine umutsuzluk çöktü üzerine. Ona kendisinin var olmadığını tartışmalar sonucu kanıtlayabilirdi. Ama bunlar sözcük oyunlarıydı. 'Sen yoksun" tümcesi içinde mantıksal bir saçmalık yatmıyor muydu zaten? Ama bunu söylemesinin bir yararı yoktu. Yanıtsız bırakılan çıkmaz tartışmalarda O'Brien'ın kendisini alt edeceği düşüncesiyle sarsıldı.
Yorgun bir sesle, "Ben var olduğumu sanıyorum," dedi. "Kimliğimin bilincindeyim. Doğdum ve öleceğim. Kollarım ve bacaklarım var. Uzayda belirli bir yer kaplıyorum. Bir başkası aynı anda benim kapladığım yerde bulunamaz. Bu anlamda
Büyük Birader var mıdır?"
"Önemli bir şey değil bu. Büyük Birader vardır."
"Büyük Birader ölecek mi?"
"Elbette ki hayır. Nasıl ölebilir? Başka soru?"
"Kardeşlik diye bir şey var mı?"
"Bunu, Winston, hiçbir zaman öğrenemeyeceksin. Seninle işimiz bittiği zaman, seni serbest bırakmayı uygun görsek ve doksan yaşına kadar yaşasan, bu sorunun yanıtını yine öğrenemeyeceksin. Yaşadığın sürece bu senin için bir sır olarak kalacak."
Winston suskun, uzanıyordu. Göğsü biraz hızlı inip kalkmaya başlamıştı. İlk düşündüğü soruyu henüz sormamıştı. Sorması gerekiyordu, ama dili dönmüyor gibiydi. O'Brien'ın yüzünde, eğlendiğini gösterir bir anlatım vardı. Gözlükleri bile alaycı bir parıltıyla yanmaktaydı. Birden Winston, ne soracağımı biliyor, diye düşündü. Ve düşüncesi, sözcüklere döküldü:
"101 no'lu odada ne var?"
O'Brien'ın yüzündeki anlatım değişmedi. Kuru bir sesle karşılık verdi:
"101 no'lu odada ne olduğunu biliyorsun Winston. Herkes 101
no'lu odada ne olduğunu bilir."
Parmağıyla beyaz gömlekli adama işaret etti. Belli ki, sorgulama son bulmuştu. Winston'ın koluna bir iğne girdi.
Hemen, anında uykuya daldı.
3
"Yeniden oluşumunda üç aşama var," dedi, O'Brien. "Öğrenme, anlama ve kabullenme. Şu anda ikinci aşamadasın."
Winston, her zamanki gibi sırtüstü yatıyordu. Ama kendisini tutan kayışlar gevşetilmişti. Hâlâ yatağa bağlı olmasına karşın, dizlerini ve başını sağa sola oynatabiliyor, kollarını dirseğinden itibaren kaldırabiliyordu. Kadran eskisi kadar ürkütücü değildi. Eğer akıllıca davranırsa, bunun verdiği acılardan kurtu-labiliyordu, çünkü O'Brien kolu ancak aptalca bir şey söylediği zaman çekiyordu. Bazen, kadranı kullanmadıkları sorgulamalar da oluyordu. Kaç sorgulamadan geçmişti, hatırlamıyordu. Tüm işlem, sonu gelmez bir biçimde sürmekteydi, belki haftalar geçmişti. Sorgulamalar arasındaki süreler bazen birkaç gün, bazen iki saat oluyordu. "Uzandığın yerde Sevgi Bakanlığının senin için neden bu kadar sıkıntıya girdiğini merak etmişsindir, hatta bunu daha önce bana sormuştun. Serbest olduğun zaman da seni şaşkınlığa düşüren aynı sorundu. İçinde yaşadığın toplumun işleyişini anlıyor, ama bunun derinindeki güdüleri kavrayamıyorsun. Günlüğüne, "Nasıl olduğunu anlıyorum, ama niçin olduğunu anlamıyorum," diye yazdığını hatırlıyor musun? İşte bu 'niçin'i sorgulamaya başladığın zaman, aklını yitirmeye başlamıştın. Goldstein'ın 'kitabı'nı ya da en azından bazı bölümlerini okudun. 'Kitap' sana bilmediğin bir şey öğretti mi?"
Winston, "Kitabı okudunuz mu?" diye sordu. "Onu ben yazdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazılmasında katkım oldu. Hiçbir kitap bireysel olarak yazılmaz, bilirsin."
"Yazılanlar doğru mu?"
"Betimlemeler doğru. Gizli bilgi birikimi, bunun el altından yayılması —bir proleter başkaldırısı— Partinin devrilmesi gibi öne sürdüğü çözümler saçma. Bunları önereceği önceden belli. Hepsi saçma! Proleterler asla başkaldırmayacaklar, ne bin yıl, ne de bir milyon yıl sonra. Yapamazlar. Sana nedenini söylemem gerekmez; çünkü biliyorsun. Eğer aklına kanlı çatışmalar falan geliyorsa, sil, at kafandan! Partiyi devirmenin hiçbir yolu
yoktur. Partinin egemenliği sonsuza dek var olacaktır. Bunu kafana iyice yerleştir."
Yatağın yanına yaklaştı, "Sonsuza dek," diye yineledi. "Şimdi yeniden 'nasıl' ve 'niçin' sorusuna dönelim. Partinin gücünü nasıl koruduğunu iyi biliyorsun. Şimdi bana niçin iktidarı elimizden bırakmadığımızı söyle. Güdülerimiz nedir? Neden güçlü olmayı istiyoruz?"
Winston konuşmuyordu. O'Brien, "Haydi, konuş!" diye ekledi. Ama Winston bir süre daha konuşmadı. Her yanını yorgunluk sarmıştı. O'Brien'ın yüzüne coşkunun delice pırıltıları yerleşmişti. Winston, onun ne söyleyeceğini biliyordu. Parti gücü kendisi için değil, çoğunluk için istiyordu. Çünkü insanlar özgürlüğün kendilerine yaramadığı, gerçeklerle yüz yüze gelemeyen, yönetilmek isteyen, kendilerinden güçlüler tarafından her an kandırılmaya hazır, güçsüz yaratıklardır. İnsanoğlu için seçim, mutluluk ve özgürlük arasındadır. Büyük çoğunluk için gerekli olan mutluluktur. Parti güçsüzlerin sonsuz koruyucusu-dur; iyiye kavuşmak için kötülük yapan, başkalarını mutlu etmek için kendisini harcayan bir sınıftır. Winston, işin korkunç yanı O'Brien bunları inanarak söyleyecek, diye düşündü. Yüzünden okunuyordu bu. O'Brien her şeyi biliyordu. Dünyanın gerçekte nasıl olduğunu, insanoğlunun yaşadığı kötü koşulları, Partinin onları o koşullarda tutmak için söylediği yalanları, giriştiği barbarlıkları çok iyi biliyordu. Her şeyi öğrenmiş, tartmış ve amacın her şeyi haklı gösterdiği sonucuna varmıştı. Winston, senden daha zeki olan, senin söylediklerini dinleyip gene kendi bildiğini okuyan bir deliye karşı ne yapabilirsin, diye düşündü.
"Bizleri kendi iyiliğimiz için yönetiyorsunuz," dedi, zayıf bir sesle, "İnsanların kendilerini yönetemeyeceklerine
inanıyorsunuz. Ve bunun için..."
Acı bir çığlık attı. Bedenini bir acı dalgası kaplamıştı. O'Brien ibreyi otuz beşe çıkarmıştı.
"Saçmalama, Winston. Aptalca bu sözlerin. Daha İyi bir yanıt verebilirdin."
Kolu geri çekti ve konuşmasını sürdürdü.
"Şimdi sana sorumun yanıtını söyleyeceğim: Parti yalnızca kendisi için güç ister. Bizi ilgilendiren başkalarının iyiliği değil, yalnız ve yalnız iktidardır. Servet, lüks, uzun ömür ya da mutluluk değil, yalnızca iktidardır. Geçmişteki tüm oligarşilerden farklıyız, çünkü biz ne yaptığımızı biliyoruz. Tüm diğerleri, bize benzeyenler bile ikiyüzlü ve korkaktılar. Alman Nazileri ve Rus komünistleri kullandıkları yöntemlerle bize çok yaklaşmışlardı. Ama hiçbir zaman, kendi dürtülerini tanıyabilecek kadar cesaret gösteremediler. Yönetime istekleri dışında, sınırlı bir süre için geldiklerine ve kısa bir süre sonra, tüm insanların eşit ve özgür oldukları bir cenneti kurabileceklerine inanıyorlardı. Biz böyle değiliz. Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır. Şimdi beni anlamaya başladın mı?" Winston, daha önceleri de olduğu gibi, O'Brien'ın yüzünün yorgunluğundan etkilenmişti. Güçlü, etli ve acımasız bir yüzdü. Winston zekâ ve tutku dolu bu yüzün karşısında kendini güçsüz hissediyordu. Ama yorgundu bu yüz; gözlerinin altında torbalar oluşmuştu, yanakları sarkmıştı. O'Brien yıpranmış yüzünü daha da yaklaştırarak, üzerine eğildi.
"Yüzümün yorgun ve yaşlı olduğunu düşünüyorsun," dedi. "Güçlü olmaktan söz ederken kendi bedenimin çürümesini bile önleyemediğimi düşünüyorsun Winston, insanın yalnızca bir hücre olduğunu anlayabiliyor musun? Hücrenin yorgun olması, organizmanın dinç olması demektir. Tırnaklarını kestiğin zaman ölüyor musun?"
Yataktan uzaklaşarak elleri cebinde yeniden dolaşmaya başladı.
"Bizler iktidarın rahipleriyiz," dedi. "Tanrı iktidardır. Ama senin için iktidar henüz bir sözcükten başka bir şey değil. Onun için, bunun ne olduğunu öğrenme zamanın geldi. Önce gücün kolektif olduğunu anlamalısın. Birey, bireyselliğine son verdiği zaman güce kavuşabilir. Partinin sloganını biliyorsun. 'Özgürlük Köleliktir'. Bunun tersi hiç aklına geldi mi? Kölelik özgürlüktür. Yalnız ve özgür olan insan her zaman yenilir. Çünkü insan baştan bir yenilgi olan ölüme boyun eğmiştir. Ama özgürlüğünü bir yana bıraktığı, Partiye kayıtsız şartsız boyun eğdiği, onunla bütünleştiği zaman sonsuzlaşır. Anlaman gereken ikinci bir nokta şudur: İktidar, insanlara hükmetmektir; bedenlerine ve özellikle kafalarına. Maddeye, senin deyiminle dışsal gerçeğe egemen olmak önemli değildir. Zaten şu anda, madde üzerindeki egemenliğimiz mutlak."
Bir an için, Winston ibreyi önemsemedi. Oturmak için ileri doğru atıldı, ama bedenine acı çektirmekten başka bir işe yaramadı bu hareketi.
"Maddeye nasıl egemen olabilirsiniz?" diye bağırdı. "Ne iklim koşullarını ne de yerçekimi yasalarını denetleyebilirsiniz.
Sonra hastalıklar, acı ve ölüm var..."
O'Brien onu elinin bir hareketiyle susturdu. "Maddeye egemeniz, çünkü aklı denetliyoruz. Gerçek, insan kafasının içindedir. Adım adım öğreneceksin, Winston.
Yapamayacağımız şey yoktur. Görülmezlik, havaya yükselme olayı, her şey. İstesem yerden bir sabun köpüğü gibi havalanabilirim. Doğa hakkındaki bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini bırakmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız." "Hayır, yapamazsınız! Bu gezegenin bile yöneticileri değilsiniz Peki, Avrasya ve Doğu Asya, onlar ne oluyor? Henüz onları bile ele geçiremediniz."
"Bu önemli değil. Bize uygun olduğu zaman onları ele geçireceğiz. Geçirmesek bile ne fark eder ki? Onlarla bağlantıyı kesebiliriz. Dünya Okyanusya'dır." "Ama dünya bir toz zerresidir ancak. Ve insanlar küçücüktürler, güçsüzdürler. İnsanoğlu ne zamandır dünya üzerinde yaşıyor? Milyonlarca yıl boyunca yeryüzü bomboşu." "Saçma. Dünya bizimle aynı yaştadır. Daha yaşlı nasıl olabilir?
İnsan bilincinden önce hiçbir şey yoktu ortada." "Ama kayalar hayvanların -mamut, mastodonlar ve adı duyulmamış bir yığın hayvanın- kemikleriyle dolu." "Sen bu kemikleri gördün mü, Winston? Elbette ki, hayır.
Onları on dokuzuncu yüzyıl biyologları uydurmuşlardı. İnsandan önce bir şey yoktu. İnsandan sonra -eğer onun sonu gelirse- bir şey var olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur."
"Ama bizim dışımızdaki evrene ne olacak? Yıldızlara bakın. Bazıları bir milyon ışık yılı uzaktalar. Bizim ulaşamayacağımız uzaklıklarda duruyorlar."
O'Brien kayıtsızlıkla, "Yıldızlar da neymiş?" dedi. "Birkaç kilometre ötedeki ateş parçacıkları. İstersek onlara ulaşabiliriz ya da onları ortadan kaldırabiliriz. Evrenin merkezi dünyadır.
Güneş ve yıldızlar onun çevresinde dönerler." Winston konuşmak için davrandı, ama bu kez bir şey söylemedi. O'Brien, bir karşı çıkışı yanıtlarmış gibi konuşmaya başladı.
"Bazı durumlarda bu elbette doğru değildir. Okyanus'a açıldığımızda ya da bir güneş tutulmasını önceden saptadığımızda, dünyanın güneş çevresinde döndüğünü ve yıldızların milyonlarca ışık yılı uzakta olduğunu varsaymak işimize gelir. Ama ne fark eder? İkili bir gökbilim sistemi yaratmanın olanaksız olduğunu mu sanıyorsun? Yıldızlar isteğimize göre, uzak ya da yakın olabilirler. Matematik bilgimizin yetersiz olduğunu düşünüyorsun. Çiftdüşünü unuttun mu?"
Winston olduğu yerde büzüldü. Ne söylerse söylesin, O'Brien'ın yanıtları altında eziliyordu. Ama yine de biliyordu, kendisinin doğru düşündüğünü biliyordu. Kafanın içindekiler dışında hiçbir şeyin var olmadığı savını çürütecek bir şeyler olmalıydı. Bunun bir aldatmaca olduğu çok önceleri kanıtlanmamış mıydı? Bunun şimdi hatırlamadığı bir adı vardı.
Ona tepesinden bakarken O'Brien hafifçe gülümsedi.
"Metafizik konusunda yetenekli olmadığını sana söylemiştim. Bulmaya çalıştığın sözcük, solipsizm. Ama yanılıyorsun. Bu solipsizm değil. Kolektif solipsizm diyebiliriz. Ama bu da farklıdır. Gerçekte, tam tersi!" Değişik bir sesle ekledi, "Ama bunların hepsi konu dışı. Gerçek güç, gece gündüz uğrunda çalıştığımız iktidar, madde üzerinde egemenlik kurmak değil, insan üzerinde egemenlik kurmaktır."
Durakladı ve yeniden bir öğretmenin, yetenekli bir öğrencisiyle konuşması havasında sürdürdü konuşmasını. "Bir insan başkası üstünde nasıl iktidar kurabilir?" Winston düşündü, "Ona acı çektirerek," dedi.
"Çok doğru. Ona acı çektirerek. Boyun eğmek yeterli değildir. Acı içinde olmadıkça, onun kendi isteğine değil, senin is- teğine uyduğunu nasıl bilebilirsin? İktidar acı çektirmek ve küçük düşürmek demektir. İktidar insanın kafasını parçalamak ve istenen biçimde bir araya getirmektir. Nasıl bir dünya yaratmaya çalıştığımızı anlamaya başlıyor musun? Yaşamanın amacını zevk kabul eden aptal ütopyacıların tam tersi bir yer... Korkunun, acının, işkencenin dünyası. Kendini geliştirdikçe daha da acımasızlaşan bir yer... Dünyamızdaki gelişme, acıya doğru ilerleyen bir gelişme olacaktır. Eski uygarlıklar, sevgi ve adalet üzerine kurulduklarını ileri sürerlerdi. Bizimki nefret üzerine kurulu. Bizim dünyamızda korku, kin ve övünmeden başka duygulara yer yok. Bunun dışında her şeyi yok edeceğiz -her şeyi. Şimdiden. Devrimden önceki düşünce alışkanlıklarını parçalamaya başladık bile. Ana-babayla çocuk, insanla insan, kadınla erkek arasındaki bağlan kopardık. Kimse eşine ya da çocuğuna ya da arkadaşına güvenmiyor artık. Gelecekte, eşler ve arkadaşlar da ortadan kalkacak. Çocuklar, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Yumurtanın kuluçkadan alınması gibi. Cinsel içgüdü ortadan kalkacak. Üreme, tayın kâğıdını yenileme gibi yıllık bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Nörologlarımız şu anda bu konu üzerinde çalışıyorlar. Partiye karşı olandan başka bağlılık bulunmayacak. Büyük Biradere karşı duyulandan başka sevgi duyulmayacak. Bir düşmanın yenilgisine gülmekten başka kahkaha olmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey kalmayacak. Her şeye egemen olduğumuzda, bilime gerek kalmayacak. Güzellikle çirkinlik arasında bir ayrım bulunmayacak. Merak ve yaşama sevinci ortadan kalkacak. Tüm zevkler parçalanacak. Ama şunu hiçbir zaman unutma ki Winston, günden güne büyüyen ve kurnazlaşan, kendinden geçmiş iktidar, hep var olacak. Her an, zafer coşkunluğu ve zayıf bir düşmanın ezilmesi duyguları taşınacak. Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle..." Winston'ın konuşmasını bekliyormuş gibi durakladı. Winston yatağının içinde büzülmeye çalışıyordu. Hiçbir şey söyleyemedi, yüreği taş kesilmiş gibiydi. O'Brien konuşmasını sürdürdü.
"Şunu asla unutma; her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Partinin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanarak, defalarca yenilecektir. Elimize düştüğünden bu yana yaşadıkların, başkaları için de sürecek, daha da kötüleşecek-tir. Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar, asla son bulmayacak. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecektir. Goldstein ve onun yolundan gidenler sonsuza dek var olacak. Her gün, her an yenilgiye uğrayacak, aşağılanacak, gülünç duruma düşürülecek, ama hep yaşayacaklardır. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun kuşaklar boyu yinelenecek, her seferinde daha da ustalaşacak. Doğru yoldan ayrılanlar burada acınma dilenecek, kendilerini yitirecek, acıyla bağıracak, ayaklarımıza kapanacaklar. İşte hazırlamakta olduğumuz dünya bu. Zaferle olduğu kadar, dehşetle de dolu bir dünya olacak. Utkuların ve zaferlerin birbirini izleyeceği bir dünya... Görüyorum ki, dünyanın nasıl olacağını anlamaya başladın. Sonunda anlamaktan öte, kabullenecek ve onun bir parçası olacaksın." Winston konuşabilecek kadar kendine gelmişti.
"Bunu yapamazsınız!" dedi, zayıf bir sesle.
"Ne demek istiyorsun, Winston?"
"Betimlediğiniz dünyayı yaratamazsınız. Bu bir düş.
Olanaksız."
"Neden?"
"Korku, nefret ve kötülük üstüne bir uygarlık kurmak olanaksızdır. Yaşamaz."
"Neden?"
"Yaşayamaz. Parçalanır. Kendi kendini yok eder." "Saçma. Nefretin sevgiden daha yorucu olduğu izlenimi var kafanda. Neden öyle olsun ki? Olsa bile ne fark eder? Diyelim ki biz daha çabuk yıpranıp daha çabuk tükenmeyi yeğliyoruz. Diyelim ki insan yaşam temposunu öylesine hızlandırdı ki otuzuna gelen herkes yaşlılık bunamasına girecek duruma geliyor. Ne fark edecek ki? Bireyin ölümü son değildir. Parti ölümsüzdür!"
Winston her zamanki gibi umutsuzluğa sürüklendi. Tartışmayı sürdürürse O'Brien yeniden ibreyi yükseltirdi. Ama konuşmadan da duramadı. Elinde, düştüğü bu dehşete karşı koyacak somut bir kanıt olmadığı halde, karşı çıkmaya başladı.
"Bilmiyorum - umurumda değil. Sonunda başarısız olacaksınız. Bir şey sizi yenecek. Hayata yenileceksiniz." "Biz, hayatı her düzeyde denetliyoruz, Winston. Sen 'insanın doğası" diye bir şey olduğuna ve bunun bize başkaldıracağına inanıyorsun. Ama insan doğasını biz yaratıyoruz. İnsanlar uysaldır. Belki de proleterlerin başkaldırarak bizi devirecekleri varsayımına geri döndün. Bunu sil! Onlar güçsüz hayvanlar gibidirler. İnsanlık Partidir. Onun dışındakiler önemsizdirler." "Umurumda değil. Sonunda sizi yenecekler. Eninde sonunda sizin ne olduğunuzu görecek ve sizi parçalara ayıracaklar." "Bunun olacağına dair ortada bir kanıt var mı? Ya da olması için bir neden?"
"Hayır, ama inanıyorum. Yenileceğinizi biliyorum. Evrende bir şey var - bilmiyorum, ama bir ruh, bir ilke, onu asla
yene-mezsiniz."
"Tanrıya inanır mısın, Winston?"
"Hayır."
"Öyleyse bizi yenecek olan ilke nedir?"
"Bilmiyorum. İnsan ruhu."
"Ve sen kendini insandan mı sayıyorsun?"
"Evet."
"Eğer sen insansan sonuncususun. Senin türün tükendi; mirasçılar bizleriz. Yalnızsın, anlıyor musun? Sen tarih dışısın, yoksun!" Tutumu değişmiş, yırtıcılaşmıştı. "Ve sen, yalanlarımızla, kötülüklerimizle bizden daha üstün olduğunu düşünüyorsun, öyle mi?"
"Evet. Üstün olduğumu düşünüyorum."
O'Brien konuşmadı. Odada iki kişinin konuşması duyuluyordu. Bunlardan birisi kendi sesiydi. Kardeşlik Örgütüne girdiği o gece, O'Brien'la yaptığı konuşma teybe alınmıştı. Yalan söylemeye, hırsızlık yapmaya, cinayet işlemeye, uyuşturucu maddenin, fuhuşun, zührevi hastalıkların yaygınlaştırılmasına yardımcı olmaya, çocukların yüzüne asit atmaya bile söz veren sesini dinledi O'Brien. Gösterinin gereksizliğini belirten sabırsız bir hareket yaptı. Sonra bir düğmeyi çevirdi. Sesler kesildi.
"Kalk o yataktan," dedi.
Kayışlar kediliğinden gevşemişti. Winston yere indi. Güçlükle ayakta durabiliyordu.
"Sen son insansın," dedi O'Brien. "Sen, insan ruhunun bekçisi, kendini olduğun gibi gör şimdi! Giysilerini çıkar!" Winston tulumunu tutan bir sicimi çözdü. Fermuarı çoktan kopartılmıştı. Tutuklandığından bu yana giysilerini herhangi bir nedenle çıkarıp çıkarmadığını hatırlamıyordu. Önce tulumunu, sonra bir zamanlar iç çamaşırları olan sarı renkli paçavraları çıkarttı. Onları yere bırakırken, odanın öteki ucundaki üç kanatlı aynayı fark etti. Yaklaştı, ama birden durdu. Elinde olmaksızın bir çığlık attı.
"Yaklaş," dedi O'Brien. "Aynanın kanatlan arasında dur ve kendine yandan bak!"
Ürktüğü için durmuştu. Eğrilmiş, gri renkli iskelete benzer bir şey kendisine doğru gelmekteydi. Bunun yalnız, kendisi olduğu için değildi ürkmesi, görünüşü gerçekten çok korkunçtu. Aynaya doğru yaklaştı. Yaratığın yüzünde çıkıntılar oluşmuştu. Çıplak alnı, çıplak tepesiyle birleşmiş, eğrilmiş burnu, çıkık elmacık kemikleri, gözlerini korkunçlaştırman. Yanakları çökmüş, ağzı buruşmuştu. Bu belli ki kendi yüzüydü, ama görünüşündeki değişiklikler kafasının içindekilerden daha çoktu, kuşkusuz. Önceden duyduklarını duyamazdı, artık. Saçları yer yer dökülmüştü. Önce saçlarının gri bir renk aldığını düşündü, ama gri olan yalnızca kafa derişiydi. Elleri ve yüzü dışında bütün bedeni kirden gri bir renk almıştı. Bedeninin bazı yerlerinde, kirin altında kırmızı yara izleri gözüküyordu. Ayak bileğindeki varis şişmiş, derisi kat kat yüzülüyordu. Bacakları öylesine incelmişti ki, dizleri bacağının üst kısmından daha kalındı. O'Brien'ın neden kendisine yandan bakmasını istediğini anlamıştı. Belkemiği şaşılacak bir irilikteydi. Göğsü içeri çökmüştü. Boynu başının ağırlığı altında çöp gibi kırıhverecekti sanki. Öldürücü bir hastalığa tutulmuş altmış yaşlarında bir adam olduğunu sanırdı insan.
"Bazen benim yüzümün, bir İç Parti üyesinin yüzünün, yaşlı ve yıpranmış olduğunu düşündüğün zamanlar olmuştu. Peki, şimdi kendi yüzün hakkında ne düşünüyorsun?"
Winston'ı kolundan yakalayarak kendisine doğru döndürdü. "Şu haline bak!" dedi. "Tüm bedenini kaplamış şu kir tabakasına bak. Ayak parmaklarının arasındaki kire bak! Bacağında- ki iğrenç yaraya bak! Bir teke gibi koktuğunun farkında mısın? Belki değilsindir. Sıskalığına bak! Görüyor musun? Pazun avu-cumun içinde kayboluyor. İstersem boynunu çat diye kırabilirim. Elimize düştüğünden bu yana yirmi beş kilo verdin, bunu biliyor muydun? Saçların bile tutam tutam dökülüyor. Bak!" Winston'ın saçına yapıştı, bir tutamı elinde kaldı. "Aç ağzını! Dokuz, on, on bir dişin kalmış. Buraya geldiğinde kaç tane vardı? Kalanlar da dökülüyorlar. Bak şuraya!" Winston'm kalan ön dişlerinden birini güçlü parmaklarıyla yakaladı. Winston çenesinde bir acı duydu. O'Brien dişini kökünden söküp almıştı. Hücrenin bir köşesine savurdu onu. "Çürümektesin," dedi. "Dökülüyorsun. Nesin sen? Bir torba pislik. Şimdi dön ve yeniden bak kendine. Şu gördüğün ken-dinsin. Son adam. Eğer sen insansan, insanlık budur, işte.
Şimdi giyin!"
Winston ağır, tutuk hareketlerle giyinmeye başladı. Kafasında tek bir düşünce vardı: Bu yerde düşündüğünden uzun bir süredir bulunmaktaydı. Paçavra durumundaki iç çamaşırlarını giyerken, yıkıntıya dönüşmüş bedenine karşı bir acıma duygusuyla doldu. Yatağın kenarındaki tabureye yığıldı ve ağlamaya başladı. Çirkinliğinin, düşmüşlüğünün farkındaydı. Kirli iç çamaşırları içinde ağlayan bir kemik yığınıydı. Kendine engel olamıyordu. O'Brien elini onun omzuna koydu, şefkatli gibiydi.
"Uzun sürmez," dedi. "İstersen bu durumdan kurtulabilirsin.
Her şey sana bağlı."
"Bunu sen yaptın!" diye ağlıyordu Winston. "Beni bu duruma sen düşürdün."
"Hayır, Winston. Bu duruma kendini sen getirdin. Partiye başkaldırdığın andan itibaren bunu kabullenmiştin. İlk eylemlerinde ortadaydı bu. Önceden bilmediğin hiçbir şey olmadı sana."
Durdu, sonra konuşmasını sürdürdü.
"Seni yendik, Winston. Seni parçaladık. Bedenine ne olduğunu gördün. Aklın da aynı durumda. Artık, gururunu yitir-din.
Tekmelendin, aşağılandın, azarlandın, acıyla çığlık attın, kusmuk ve kan içinde yerlerde yuvarlandın, acınma dilendin, herkesi ve her şeyi sattın. Yaşamadığın bir tek rezillik kaldı mı?"
Winston artık hıçkırtmıyordu, ama gözyaşları henüz din-memişti. Başını kaldırıp O'Brien'a baktı.
"Julia'yı satmadım!" dedi.
O'Brien düşünceli düşünceli onun yüzüne baktı, "Hayır," dedi,
"hayır, doğru söylüyorsun. Julia'yı satmadın."
O'Brien'a duyduğu, hiçbir şeyin silip götüremediği o saygı duygusu yeniden içini kapladı. Ne kadar zeki, diye düşündü, ne kadar zeki. Söylediği hiçbir şeyi anlamakta güçlük çekmiyordu. Başka birisi olsa, Julia'yı sattığını söylerdi ona. İşkence altında ona söyletmedikleri ne kalmıştı? Her şeyi anlatmıştı onlara, her şeyi, Julia'nın alışkanlıklarını, kişiliğini, geçmiş hayatını, her buluştuklarında neler olduğunu, karaborsa yemeklerini, zinalarını, Partiye başkaldırmalarını, her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Ama yine de onu satmamıştı. Onu sevmekten vazgeçmemiş, ona karşı olan duyguları hep aynı kalmıştı. O'Brien açıklama istemeksizin onun ne demek istediğini anlamıştı.
"Beni ne zaman kurşuna dizeceksiniz?" diye sordu. "Uzun bir zaman sonra olabilir," dedi O'Brien. "Sen zor bir davasın. Ama umudumuzu kesmiyoruz. Herkes eninde sonunda iyileşir. Seni iyileştikten sonra kurşuna dizeriz."
4
Çok daha iyiydi. Eğer günlerden söz etmek uygun olursa, her gün biraz daha kilo alıyor, güçleniyordu.
Beyaz ışık ve uğultu sesi öteki hücrelerinkiyle aynıydı, ama daha rahattı. Tahta yatakta bir yastık ve battaniye, köşede bir tabure vardı. Banyo yapmasına ve sık sık kendini çinko lavaboda yıkamasına izin vermişlerdi. Yıkanması için sıcak su bile sağlıyorlardı. Yeni iç çamaşırları ve temiz bir tulum vermişler, varis yarasını merhemle sarmışlar, kalan dişlerini söküp yerine takma diş takmışlardı.
Haftalar, aylar geçmiş olmalıydı. Eğer isteseydi, şimdi düzgün aralıklarla kendisine yemek getirdikleri için, bu yolla zama- nı hesaplayabilirdi. Yirmi dört saatte üç öğün yemek verdiklerini sanıyordu. Yemekler çok iyiydi, üç öğünde bir, et veriyorlardı. Bir keresinde, bir paket sigara bile vermişlerdi. Kibriti yoktu, ama kendisiyle hiç konuşmayan gardiyan ona ateş verebilirdi. İlk içtiğinde midesi bulandı, ama inat etti ve her öğünde yarımşar tane içerek bir paketi uzun süre dayandırdı. Ona, ucuna küçük bir kalem bağlı beyaz bir yazı tahtası vermişlerdi. Önce elini bile sürmedi. Uyanık olduğu zamanlarda bile uyuşukluğu üzerinden atamıyordu. Bazen bir öğünden öbürüne kadar, kimi zaman uykuda, kimi zaman gözlerini açma sıkıntısına bile katlanmadan, düşler içerisine dalmış olarak yatıyordu. Yüzünde güçlü bir ışık varken uyumaya alışmıştı, artık fark etmiyordu, ama düşleri daha canlılaşmıştı. Bütün zamanını düşler içerisinde geçiriyordu, gördükleri hep mutlu düşlerdi. Altın Ülkede oluyordu, güneşin aydınlattığı görkemli yıkıntılar arasında annesi, Julia ve O'Brien'la birlikte, bir şey yapmaksızın güneşin altında oturuyorlar, huzur veren konular üzerinde konuşuyorlardı. Uyanık olduğu zamanlarda da bu düşleri üzerinde düşünüyordu çoğunlukla. Kendisine verilen acılar dindiğinden bu yana, düşünme yeteneğini yitirmişti. Sıkılmıyordu, konuşmak ya da düşünmek için bir istek duymuyordu. Yalnızca kendi başına olmak, dövülmemek, sorgulanmamak istiyordu; yeterli besinin olması, temiz olması yetiyordu ona. Zamanla uyku saatleri azaldı, ama yataktan kalkmak için bir itki, bir istek duymuyordu içinde. Tek istediği, kıpırtısız uzanmak ve gücün bedeninde toplandığını hissetmekti. Kaslarının güçlendiğini, derisinin gerginleştiğini hissetmek için parmaklarıyla bedenini yokluyordu. Şişmanladığı açıktı. Baldırları dizlerinden daha kalındı. Bundan sonra, önceleri gönülsüzce, düzenli bir şekilde beden hareketlerine başladı. Kısa bir süre içinde hücreyi kollarıyla ölçerek hesapladığı gibi, üç kilometre yürüyebiliyordu. Çökmüş omuzlan dikleşmekteydi. Daha güç hareketlere girişince, yapamadığı şeylerin sayısı kendisini şaşkınlığa düşürdü. Kollarını uzatmış durumda tabureyi tutamıyor, devrilmeden tek ayağının üzerinde duramıyordu. Çömel-dikten sonra ayağa kalkmak istediği zaman, bacak ve baldır kaslarını dayanılmaz acılar kaplıyordu. Yüzükoyun yatıp vücudunu elleriyle kaldırmayı denedi, ama boşunaydı çabası, bir san-
tim bile kıpırdanamıyordu. Ama birkaç gün sonra (birkaç yemekten sonra) bunu da yapabiliyordu, artık. Bir zaman sonra, bu hareketi üst üste altı kez yapabiliyordu. Bedeniyle gurur duymaya başlamıştı, belki yüzü de eski durumuna gelirdi. Ama elini saçsız kalan başında gezdirdiği zamanlar, aynadan kendisine bakan, yıkıntıya dönmüş yüzünü hatırlıyordu. Aklı canlanmaya başlamıştı. Sırtı duvara dayalı, tahta yatakta oturup dizlerine de yazı tahtasını dayayıp kendisini yeniden eğitmeye başladı.
Boyun eğmişti, bunu kabulleniyordu. Gerçekte bu kararı almadan çok önce boyun eğmeye hazır bulunduğunu fark etti. Sevgi Bakanlığından içeri adımını atar atmaz, hatta kendisine ve Julia'ya o demir gibi ses tele ekrandan seslendiği andan başlayarak, Partinin gücüne karşı çıkmanın boş ve anlamsız olduğunu anlamıştı. Yedi yıl boyunca Düşünce Polisi kendisini pertavsızın altında bir böcek gibi incelemişti. Hiçbir eylemi, hiçbir sözcüğü, hiçbir düşüncesi gözden kaçmamıştı.
Günlüğünün kapağının kenarına koyduğu toz parçası bile. Banttan sesler dinletmişler, fotoğraflar göstermişlerdi ona.
Hatta bazıları kendisinin ve Julia'nın fotoğraflarıydı. Evet... Partiye artık karşı koyamıyordu. Üstelik Parti haklıydı. Haklı olması gerekti; ölümsüz kolektif bir beyin nasıl yanılabilirdi? Onun yargılarını hangi dış ölçütle ölçebilirdi, insan? Sorun onların düşündükleri biçimde düşünmeyi öğrenmekti. Yalnız!.. Kalem eline kalın ve garip geliyordu. Kafasına gelen düşünceleri yazmaya başladı. Önce büyük harflerle şöyle yazdı:
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
Sonra durmaksızın altına ekledi: - İKİ KERE İKİ BEŞ EDER
Ama bir an durdu. Bir şeyden çekiniyormuş gibi dikkatini toplamakta güçlük çekiyordu. Ardından ne geleceğini biliyor, ama o an için hatırlayamıyordu. Ancak mantığını kullanarak hatırlayabildi ve şöyle yazdı:
TANRI İKTİDARDIR
Her şeyi kabulleniyordu. Geçmiş değiştirilebilirdi. Geçmiş hiçbir zaman değiştirilmemişti. Okyanusya, Doğu Asya'yla sa-vaşıyordu. Okyanusya her zaman Doğu Asya'yla savaş durumunda olmuştu. Jones, Aaranson ve Rutherford, yargılandıkları suçlardan sorumluydular. Onları temize çıkaran fotoğrafı hiçbir zaman görmemişti. Öyle bir şey yoktu, kendisi uydurmuştu. Gerçekte her şey ne kadar basitti! Yalnızca teslim ol, gerisini düşünme! Ne kadar çabalarsan çabala, seni sürekli geriye atan bir akıntıya karşı yüzmek ve sonra geri dönüp akıntıyla birlikte yüzmeye karar vermek gibi bir şeydi bu. Sizin tutumunuzdan başka değişen bir şey yoktu. Olması kararlaştırılan şey nasıl olacaktı; neden başkaldırdığını bile bilmiyordu artık. Her şey kolaydı, yalnız!.. Her şey doğru olabilirdi. Doğa yasaları denen şeyler saçmaydı. Yerçekimi yasası saçmaydı. O'Brien, "İstesem bir sabun köpüğü gibi uçabilirim," demişti. Winston düşündü, "Eğer o uçtuğunu düşünürse, ben de aynı anda onun uçtuğunu gördüğümü düşünürsem, o zaman olay gerçek olur. Bir batığın ansızın su yüzüne çıkması gibi bir düşünce aklından fırladı. Olay gerçekten olmuyor, onu düşlüyoruz. Sanrı bu. Düşüncesini bastırdı. Hile ortadaydı. İnsanın kendi dışında bir yerde bir 'gerçek' dünyanın olduğunu, orada 'gerçek' olayların olduğunu varsayıyordu. Ama böyle bir dünya nasıl var olabilirdi? Her şey insanın kafasında yer alıyordu. Herkesin kafasında var olan olaylar, gerçek olaylardır. Hileyi açığa çıkarmakta bir güçlük çıkmıyordu ve olayı benimseme tehlikesi yoktu. Yine de hileyi hiç düşünmemiş olması gerekirdi. İnsanın aklı, tehlikeli bir düşünce ortaya çıktığı anda kör bir nokta oluşturmalıydı. Bu işlem, otomatik, içgüdüsel olmalıydı. Yenikonuşta buna suçdurdurma deniyordu.
Suçdurdurma uygulaması için alıştırmalara başladı. Kendine, "Parti dünya düzdür der, Parti buz sudan daha ağırdır der," önermelerini verdi ve onlara karşıt olan düşünceyi görmezlikten ve anlamazlıktan gelmeye alıştırmaya çalıştı kendini. Kolay değildi bunu yapmak. Büyük bir mantık ve doğaçlama gücü gerektiriyordu. Örneğin, "İki kere iki beş eder," gibi matematik- sel sorunlar, kavrayışının sınırlarını aşıyordu. Ayrıca, aklın çevikliğini, bir an en ince mantığı kullanma, öteki anda en belirgin mantık yanlışlarını görmeme yeteneği gerektiriyordu. Zekâ kadar aptallık da gerektiriyordu ve aptallığı edinmek, en az zekâyı edinmek kadar güçtü.
Bu arada, aklının bir kenarında, ne zaman kurşuna dizeceklerini düşünüyordu. "Her şey sana bağlı," demişti O'Brien. Ama bunu isteyerek hızlandıramayacağını biliyordu. Belki on dakika sonra olacaktı, belki on yıl sonra... Onu yalnız bir hücrede bırakabilirler, bir çalışma kampına gönderebilirler, bir süre için, bazen yaptıkları gibi serbest bırakabilirlerdi. Kendisini kurşuna dizmeden önce, bütün sorgulamaları ve işkenceyi yinelemeleri olasılığı da büyüktü. Kesin olan tek şey, ölümün beklenildiği anda gelmeyeceğiydi. Gelenek - sözü edilmeyen gelenek, insan bir yerlerden bilirdi, ama söylendiğini duymazdı - insanı arkadan vurmaktı. Her zaman enseden, uyarmaksızın, koridorda hücreden hücreye giderken. Bir gün -ama 'bir gün' doğru bir tanım değildi; gecenin yarısı da olabilirdi- bir keresinde tuhaf, kendisini rahatlatan bir düş görmüştü. Kurşunun her an gelmesini bekleyerek koridorda yürüyordu, geleceğinden kuşkusu yoktu. Her şey yoluna girmiş, her konuda fikir birliğine varılmıştı. Kuşku, tartışma, acı çekme, korku kalmamıştı artık. Bedeni sağlam ve güçlüydü. Hareket etmekten zevk duyarak, güneş ışığında yürüyormuş gibi rahatça yürüyordu. Sevgi Bakanlığının bembeyaz dar koridorlarından çıkmış, iğnelerle uyutulduğu zaman gördüğü düşteki gibi, bir kilometre genişliğinde koskocaman, aydınlık bir geçitte yürüyordu. Altın Ülkede, tavşanların otları yolarak izler açtığı bir çayırda, bir patikada yürüyordu. Ayaklarının altında kısa, yumuşak çimleri, yüzünde tatlı güneşi hissediyordu. Rüzgârda hafif hafif sallanan karaağaçlar, hâlâ çitin yanındaydı. Onun gerisinde de içinde balıkların oynaştığı küçük yeşil havuzlar vardı.
Birdenbire bir dehşet duygusuna kapıldı. Sırtını ter kaplamıştı.
Yüksek sesle bağırmaya başladı:
"Julia! Julia! Sevgilim! Julia!.."
Bir an için, onun varlığıyla dolup taşmıştı. Onu yalnız yanında değil, içindeymiş gibi hissetti. Julia teninin dokusuna işle- misti sanki. Julia'ya karşı o anda, birlikte ve özgür oldukları zamankinden çok daha fazla sevgi duymuştu. Onun yaşadığını ve yardıma gereksinimi olduğunu da hissetmişti. Yatağa uzanıp kendini toparlamaya çalıştı. Ama ne yapmıştı? Bu güçsüzlük anıyla köleliğine birkaç yıl daha eklememiş miydi?
Biraz sonra, dışarıdan ayak sesleri duyacaktı. Böyle bir davranışı cezasız bırakmazlardı. Eğer önceden bitmiyorlarsa bile, şimdi biliyorlardı artık, onlarla yaptığı anlaşmayı bozmuştu. Partiye boyun eğmişti, ama hâlâ Partiden nefret ediyordu. Görünüşteki bağlılığın gerisinde, doğru yoldan sapmış bir kafa taşıyordu. Şimdi bir adım daha geriye çekilmişti. Aklıyla yenilmişti, ama yüreğini boyun eğmemiş olarak korumayı umut ediyordu. Yanıldığını biliyordu, ama yanılmış olmayı seçiyordu. Bunu anlayacaklardı; O'Brien anlayacaktı. O aptalca çığlıkla her şeyi açığa vurmuştu.
Şimdi, en baştan başlaması gerekiyordu. Yıllarını alabilirdi bu. Kendisinin yeni biçimine alıştırmak için elini yüzünde gezdirdi. Yanaklarında derin izler oluşmuştu, elmacık kemikleri çıkıktı, burnu yassılaşmıştı. Üstelik, kendisini aynada son gördüğünden beri, takma dişleri görüntüsünü çok değiştirmişti. İnsan yüzünün nasıl olduğunu bilmezse, anlatımını denetleyemezdi. Ayrıca, çizgilerin denetlenmesi yeterli değildi. Eğer insan bir sırrı saklamak istiyorsa, onu kendisinden de saklamalıydı, bunu ilk kez düşünmüştü. Onun orada olduğunu her an bilmeli, ama gerekinceye kadar onun sözcüklere dökülebilecek herhangi bir biçimde bilincine yansımasına engel olmalıydı insan. Bundan sona yalnızca doğru düşünmesi yetmiyordu, doğru hissetmeli, doğru düşler görmeliydi. O arada nefretini içinde, bir ur gibi, kendisinin bir parçası olan, ama bedeninin geri kalan kısmıyla ilgisi bulunmayan bir yumak gibi saklayacaktı.
Günün birinde onu öldürmeye karar vereceklerdi. Ne zaman olacağını söyleyemezdi, ama olmadan birkaç saniye önce bilebilirdi. Her zaman koridorda yürürken arkadan vururlardı. On saniye yeterliydi. O zaman, içindeki dünya yüzeye çıkacaktı ve sonra bir anda tek söz söylemeden, adımlarında bir farklılık, yüzünün anlatımında bir değişiklik olmadan, birden o örtü kalkacak ve nefreti şiddetle dışarı vuracaktı. Nefret onu güçlü bir alev gibi dolduracaktı. İşte o anda kurşun da patlayacaktı! Kurşun ya çok erken ya da çok geç bulacaktı onu, aklını yeniden denetleyebilmelerinden çok önce, beynini parçalamış olacaklardı. Yoldan sapmış düşünce, cezalandırılmadan kalacak, sonsuza dek ellerinden kaçmış olacaktı.
Yetkinliklerinde bir delilik açılacaktı. Onlardan nefret ederek ölmek; işte özgürlük buydu.
Gözlerini yumdu. Bu, düşünce denetiminden daha güçtü. Kendisini alçaltmasıydı insanın. Pisliklerin en koyusuna dalması gerekiyordu. En korkunç, en iğrenç şey hangisiydi? Büyük Biraderi düşündü. O siyah bıyıklı, koskocaman yüzün görüntüsü (onu sürekli posterlerinde gördüğü için, yüzünün bir metre eninde olduğunu düşünüyordu), o insanı durmadan izleyen gözler, kafasında serbestçe dolaşıyordu. Büyük Biradere duyduğu gerçek duygular neydi?
Dışarıda çizme sesleri duyuldu. Çelik kapı gürültüyle açıldı. Hücreye O'Brien girdi. Onun arkasında balmumu yüzlü subay ve siyah üniformalı gardiyanlar vardı. "Ayağa kalk," dedi O'Brien. "Buraya gel."
Winston onun karşısına geçti. O'Brien güçlü ellerini Wins-ton'ın omuzlarına koydu ve ona yakından baktı.
"Beni aldatmayı düşünüyordun," dedi. "Aptallıktı. Dik dur ve yüzüme bak."
Durakladı ve daha nazik bir tonla sürdürdü konuşmasını:
"İyileşiyorsun. Zihinsel olarak eksik bir yanın yok gibi. Ama duygusal açıdan henüz düzelemedin. Söyle Winston, unutma sakın, yalan yok: Bilirsin yalanı hemen anlarım. Büyük
Biradere karşı neler duyuyorsun?"
"Ondan nefret ediyorum."
"Ondan nefret mi ediyorsun? Güzel. Öyleyse son adımımızı atma zamanımız geldi. Ona boyun eğmen yetmez, onu sevmelisin de."
Winston'i hafifçe gardiyanlara doğru itti.
"101 no'lu oda," dedi.
5
Tutuklandığından beri her gittiği yerde, penceresiz yapının neresinde olduğunu kabaca kestirebilmişti. Hava basıncında bazı değişmeler vardı. Gardiyanların kendisini dövdüğü hücreler yer düzeyinden aşağıda olmalıydı. O'Brien'ın kendisini sorguya çektiği oda çatıya yakın bir yerlerde olmalıydı. Burasıysa, yerin çok altındaydı, gidilebileceği kadar altında.
Şimdiye dek içinde bulunduğu çoğu hücrelerden büyüktü, ama çevresini pek seçemiyordu. Tek fark ettiği, tam önünde duran, üzerleri yeşil keçe kaplı iki küçük masaydı. Bir tanesi kendisinden bir ya da iki metre ötedeydi, ikincisi uzakta, kapının yanında duruyordu. Başını bile oynatamayacak kadar sıkı kayışlarla bir sandalyeye bağlanmıştı. Boynunun arkasına yerleştirilen bir tür yastık, onu dimdik önüne bakmaya zorluyordu.
Bir an yalnız kaldı, sonra kapı açıldı, O'Brien içeri girdi.
"Bana bir kez 101 no.'lu odada ne olduğunu sormuştun. Sana bunun karşılığını bildiğini söylemiştim. Herkes bilir bunu. 101 no'lu odada dünyanın en kötü şeyi vardır."
Kapı yeniden açıldı. İçeri bir gardiyan girdi. Elinde telden yapılmış bir kutu ya da sepet gibi bir şey vardı. Bunu uzaktaki masaya bıraktı. O'Brien önünde durduğu için Winston ne olduğunu göremedi.
"Dünyadaki en kötü şey, kişiden kişiye değişir. Diri diri gömülmek, ateşte yakılmak, boğulmak ya da kazığa sokulmak ya da sayısız ölüm biçimlerinden biridir. Bazı durumlarda öldürücü olmayan, sıradan bir şey bile olabilir."
O'Brien, Winston masada duran şeyi daha rahat görebilsin diye biraz kenara çekildi. Bu, etrafı demir çubuklarla kaplı, üstünde taşınabilmesi için bir sapı olan bir kafesti. Ön kısmında içeri dönük bir eskrim maskesine benzer bir şey vardı. Kendisinden üç dört metre ötede olmasına karşın, Winston kafesin boylamasına ikiye bölünmüş olduğunu ve her ikisinde de birer yaratığın bulunduğunu gördü. Bunlar fareydi. "Senin durumunda," dedi O'Brien, "dünyadaki en kötü şey farelerdir."
Winston kafesi görür görmez içini bir dehşet duygusu kaplamıştı. Ama şimdi kafesin önündeki o maskenin ne anlama geldiğini anlamıştı. Eli ayağı kesildi.
Çatlak bir sesle bağırmaya başladı: "Yapamazsınız bunu!
Yapamazsınız! Olamaz!"
"Düşlerinde kapıldığın o panik duygusunu hatırlıyor musun?" diye sordu O'Brien. "Önünde karanlık bir duvar, kulaklarında da bir uğultu olurdu. Duvarın öte yanında korkunç bir şey olurdu, onun ne olduğunu bilir, ama aydınlığa çıkarmaya cesaret edemezdin. İşte duvarın öbür yanındaki şeyler farelerdi."
"O'Brien!" dedi Winston, sesini denetlemeye çalışıyordu.
"Bunun gerekli olmadığını biliyorsun. Yapmamı istediğiniz şey nedir?"
O'Brien doğrudan yanıtlamadı bu soruyu. Konuştuğu zaman yine öğretmen havasındaydı. Gözlerini uzaklara dikip, Winston'm arkasında bir dinleyici kitlesine sesleniyormuş gibi konuştu:
"Yalnız acı kendi başına yeterli olmayabilir. Bazı durumlarda insan, ölümle sonuçlansa bile acıya katlanabilir. Ama herkesin karşı koyamayacağı, düşünmek bile istemediği bir şeyler vardır. Böyle durumlarda korkaklık ya da cesaret söz konusu değildir. Yüksek bir yerden düşerken, bir ipi yakalamaya çalışmak korkaklık değildir. Su yüzüne çıkarken ciğerleri havayla doldurmak korkaklık değildir. Bunlar yok edilemeyecek basit içgüdülerdir. Aynı şey fareler için de geçerlidir. Senin için onlara karşı koymak olanaksızdır. Onlar senin için istesen de direnç gösteremeyeceğin bir baskıdır.
Sonunda senden istenileni yapacaksın."
"Ama nedir benden istenilen? Eğer ne olduğunu bilmezsem nasıl yapabilirim?"
O'Brien kafesi aldı; yakındaki masaya getirdi ve özenle yeşil çuhanın üzerine yerleştirdi. Winston kanın kulaklarına hücum ettiğini hissediyordu. Tam bir yalnızlık içinde olduğu duygusuna kapıldı. Güneş ışığıyla kavrulan koskocaman düz bir çölün ortasındaydı, çok uzaklardan gelen değişik bir yığın ses duyuyordu. Oysa, kafes kendisinden iki metre uzakta duruyordu. Bunlar çok büyük farelerdi. Ön dişlerinin körleştiği ve yırtıcı- laştığı, tüylerinin griden kahverengiye dönüştüğü bir yaştaydı bu fareler.
"Fareler," dedi O'Brien, hâlâ o görünmez dinleyici kitlesine sesleniyordu, kemirici olmakla birlikte, etoburdurlar. Bunu biliyorsun. Kentin yoksul kesimlerindeki olaylar kulağına gelmiştir. Bazı sokaklarda kadınlar, çocuklarını evde beş dakika bile yalnız bırakamazlar. Bıraksalar, fareler derhal saldıracaktır. Kısa bir süre içinde, geriye bir avuç kemik bırakırlar. Hasta ve ölmekte olan insanlara da saldırırlar. İnsanın korunmasız ve zayıf olduğu zamanı hissetmekte şaşılası bir zekâ yeteneği gösterirler."
Kafeste farelerin çığlıkları duyuldu. Winston'a uzaklardan geliyor gibiydi çığlıklar. Kavga ediyorlar, bölmenin arasından birbirlerine saldırıyorlardı. Birisinin derinden iç çektiğini duydu.
Ses uzaktan gelir gibiydi.
O'Brien kafesi açtı, içine bir şey soktu. Trık' diye bir ses duyuldu. Winston kendisini sandalyeden kurtarmak için çılgınca bir çaba harcıyordu. Ama boşunaydı, bedenindeki her organ, başı bile, bir kıskaç içine alınmıştı. O'Brien kafesi yakına getirdi. Kafes Winston'ın yüzünden bir metre ötedeydi şimdi.
O'Brien, "İlk mandala bastım," dedi. "Kafesin yapısını anlıyorsun. Maske yüzüne oturacak. Öteki mandala bastığım zaman, kafesin kapısı açılacak ve günlerdir aç bırakılmış bu iki fare ok gibi fırlayıp yüzüne saldıracaklar. Bazen önce insanın gözlerine saldırırlar, bazen de yanaklarını oyup dilini yerler." Kafes gittikçe yaklaşıyordu. Winston, çığlıkları üstünden geliyorlarmış gibi duyuyordu. Ama yine de kapıldığı paniğe karşı koymaya çalışıyordu. Düşünebilmek, düşünebilmek, saniyenin yarısı kadar zamanı kalsa bile düşünebilmek, tek umudu buydu. Birden farelerin ağır kokusu çarptı burnuna. Midesi altüst oldu, az kalsın kendini kaybediyordu. Gözleri karardı. Kısa bir süre için, bağırıp çağıran bir deliye döndü. Ama bir zaman sonra kafasında bir düşünce parladı. Kendisini kurtarmanın bir tek yolu vardı: O da kendisi ve fareler arasına bir başka insanın bedenini koymaktı.
Maske herhangi başka bir şeyi görmesine engel oluyordu. Tel kapak, yüzünden iki karış ötedeydi. Fareler neyin gelmekte olduğunu biliyordu. Birisi olduğu yerde sıçrayıp duruyor, öte- ki, eski bir lâğım kurdu, parmaklıklara yaslanmış havayı koklu-yordu. Winston hayvanın bıyıklarını ve sarı dişlerini görüyordu. Yeniden kapkara bir panik sardı her yanını. Kördü, çaresizdi, aklı yerinde değildi. O'Brien her zamanki didaktik tavrıyla, "Bu, Çin İmparatorluğunda yaygın bir cezalandırma yöntemiydi," dedi.
Maske yüzüne doğru yaklaşıyordu. Teller yanağına deği-yordu. Ve sonra - hayır, ama heveslenmemeliydi, çok zayıf bir umuttu bu. Belki de çok geçti artık. Artık dünyada cezasını devredebileceği tek bir kişi olduğunu anlamıştı, farelerle kendisi arasına koyabileceği bir tek kişi vardı.
Yeniden bağırmaya başladı.
"Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Bana değil, Julia'ya." Ona ne yaparsanız yapın! Umurumda değil! Yüzünü yırtın, etlerini parçalayın. Bana değil! Julia'ya! Bana değil!"
Geriye doğru, farelerden uzak bir yerlere, korkunç bir derinliğe düşmeye başladı. Hâlâ sandalyeye bağlıydı, ama zeminden içeri, yapının duvarlarından geçerek yerin içinden, okyanusların içinden, atmosferden, dış uzaya, yıldızlar arasındaki boşluklara, uzaklara, uzaklara düşmekteydi. Binlerce ışık yılı uzaktaydı, ama O'Brien hâlâ yanındaydı. Yanağında hâlâ kafesin soğukluğu vardı. Onu saran karanlık içinde ikinci bir mandal sesi duydu ve kafesin kapısının kapandığını anladı.
6
Kestane Ağacı kahvesi hemen hemen boş gibiydi. Pencereden içeri dolan güneş ışıkları, tozlu masaları aydınlatıyordu. Saat on beşti. Tele ekrandan teneke gibi bir müzik sesi gelmekteydi.
Winston her zamanki köşesinde oturmuş, önündeki boş kadehe bakıyordu. Arada sırada kafasını kaldırıp karşı duvarda asılı olan, kendisini izleyen koskocaman yüze
bakıyordu. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu altındaki yazıda. Çağrılmadan bir garson gelip kadehini ağzına kadar Zafer Ci- niyle doldurdu ve içine başka bir şişeden birkaç damla bir sıvı koydu. Bu, kahvenin bir özelliği olan karanfil tadı verilmiş, erimiş sakarindi.
Winston tele ekranı dinliyordu. Şu sırada yalnız müzik çalınıyordu, ama her an Barış Bakanlığından bir haber duyurabilirdi. Afrika cephesinden gelen haberler kötüydü. Bütün gün onun hakkında endişelenip durmuştu. Bir Avrasya ordusu (Okyanusya Avrasya'yla savaşıyordu: Okyanusya hep Avrasya'yla savaş durumunda olmuştu) güneye doğru inanılmaz bir hızla ilerlemekteydi. Öğle bülteninde belirli bir bölgeden söz edilmemişti, ama çarpışmadan Congo Irmağının ağzına kadar ilerlemiş olabilirdi. Brazzaville ve Leopoldville tehlikedeydi. İnsanın bunun anlamını anlaması için haritaya bakması gerekmiyordu. Sorun yalnızca Orta Afrika'yı yitirmek değildi. Bütün tarih boyunca ilk kez, Okyanusya bölgesinin kendisi de tehlikeye girmişti.
içinde korku değil, ama kayıtsız bir heyecan olan bir şiddet dalgası esti, sonra kayboldu. Savaşı düşünmeyi bıraktı. Bugünlerde, birkaç dakikadan fazla düşüncelerini tek bir noktada yo-ğunlaştıramıyordu. Bardağını kaldırıp bir dikişte içti. Cin hep titremesine neden olurdu, midesini burardı. İğrenç bir şeydi. Karanfil ve sakarin de iğrençti, üstelik cinin en berbat yanı olan o yağ kokusunu bastıramıyorlardı. Cinin kokusu gece gündüz içinde yer etmişti. Kafasındaki o kokuyla karışmıştı. O şeylerin kokusuyla...
Onların adını düşüncelerinde bile açığa vurmuyordu. Mümkün olduğu sürece onları gözünde canlandırmıyordu. Yarı yarıya farkında olduğu, yüzüne yakın bir yerden burnuna çarpan o koku... Cin midesinden geri döndü, mor dudakları arasından geğirdi. Onu bıraktıklarından bu yana şişmanlamıştı, rengi yerine gelmişti. Yüz çizgileri kalınlaşmış, yanaklarının ve burnunun derisi kırmızılaşmıştı, kel başının derisi bile koyu pembe bir renk almıştı. Garson -yeniden çağrılmaksızın- satranç tahtasını ve satranç sayfası açık olan Times'ın son sayısını getirdi. Winston'ın bardağının boşaldığını görünce, bir şişe cin getirerek bardağını doldurdu. Emir vermeye gerek yoktu. Alışkanlıklarını biliyorlardı. Satranç tahtası her zaman onu bekler, köşe masası her zaman kendisi için ayrılmış olurdu. Kimse ona yakın oturmak istemediği için, kahve dolu bile olsa, yeri boş olurdu. İçtiklerinin sayısını tutmazdı. Arada sırada ona kirli bir hesap listesi verirlerdi. Kendisinden az para aldıkları izlenimi vardı Winston'da. Tersi olsa bile fark etmezdi zaten. Artık çok parası vardı. Eski işinden daha yüksek ücretli, rahat bir işte çalışıyordu.
Tele ekrandan gelen müzik kesildi, birisi konuşmaya başladı. Winston dinlemek için başını kaldırdı. Ne yazık ki, cepheden bir haber yoktu. Bolluk Bakanlığının birkaç duyurusu okundu yalnızca. Geçen üç ay süresince, onuncu üç yıllık planın ayakkabı bağı üretimindeki hedefi, yüzde doksan sekiz oranında aşılmıştı.
Satranç problemini inceledi, taşları yerleştirdi. İlginç bir bitişi vardı, iki at hareketiyle sonuçlanacaktı. "Beyazlar oynar, iki hareketle mat." Winston Büyük Biraderin posterine baktı. Bulutlu bir gizemcilikle, "Beyaz her zaman mat eder," diye düşündü. Her zaman, istisnasız, satranç problemlerinde siyahların kazandığı hiç görülmemiştir. Bu, İyinin Kötü üzerindeki değişmez, sonsuz zaferinin imgesi miydi? Kocaman yüz, dingin bir güçle dolu, ona bakmaktaydı. Beyaz her zaman mat eder.
Tele ekrandaki ses bir an durdu ve ciddi bir tonda devam etti: "Saat on beş otuzda çok önemli bir duyuru için tele ekranlarınızın başına geçmeniz için uyarlıyorsunuz. On beş otuzda!" Teneke müzik yeniden başladı.
Winston'ın yüreği çarpmaya başladı. Cepheden gelen haberler olmalıydı; içgüdüsü haberlerin kötü olduğunu söylüyordu. Gün boyunca, gidip gelen heyecan dalgasıyla Afrika'daki yenilgiyi düşünmüştü. Avrasya ordusunun cepheyi yarıp Afrika'nın ucuna bir karınca sürüsü gibi üşüştüğünü görür gibi oluyordu. Onları neden yan taraflarından sarmıyorlardı? Batı Afrika haritası gözünün önünde apaçık canlandı. Beyaz atı aldı ve oynadı. İşte doğru nokta huydu. Güneye doğru hızla akan siyah sürülerin ansızın gerisinde belirip bütün kara ve deniz bağlantısını kesen, gizlice toplanmış bir güç gördü. Ama hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Eğer Afrika'nın bütününü ele geçirip güneyde hava ve deniz üsleri kurarlarsa, Okyanusya'yı ikiye bölmüş olacaklardı. Bunun ne demek olduğu ortadaydı! Yenilgi, dünyanın yeniden paylaştırılması ve Partinin ortadan kalkması demekti! Derin bir iç çekti. Çok karışık duygular altındaydı. Daha doğrusu en üstte hangisinin olduğunu bilmediği duygu tabakaları içinde çarpışmaktaydı.
Spazm geçti. Beyaz atı eski yerine koydu. Bir süre bu ciddi satranç oyununa kendisini veremedi. Düşünceleri yeniden dolaşmaya başladı. Bilinçsiz bir biçimde, parmağını masanın
tozları üzerinde gezdirdi ve;
2x2 = diye yazdı.
"Senin içine giremezler," demişti Julia. Ama girebiliyorlardı işte. "Sende olan değişiklikler sonsuza dek kalacaktır," demişti O'Brien. Doğru olanı buydu. Öyle şeyler vardı ki, insanın kendi öz eylemleri, bunlar unutulamazdı. İçindeki bir şeyler öldürülmüştü, yakılmış, dağlanmıştı.
Julia'yı görmüş, konuşmuştu bile. Bir tehlike yoktu artık.
Winston'ın yaptıklarına bir ilgi duymadıklarını içgüdüsel olarak biliyordu. Eğer ikisinden biri istemiş olsa, yeniden buluşabilirlerdi. Aslında bir rastlantı sonucu parkta karşılaşmışlardı. Toprağın kaskatı kesildiği, dondurucu bir Mart günüydü. Otlar ölmüştü, oradan buraya rüzgârla savrulan çalıların dışında sürgünler ortadan kaybolmuşlardı. Soğuktan elleri mosmor, gözleri yaşarmış, parkta yürüyordu ki, kendisinden on metre ötede duran Julia'yı gördü. Julia değişmişti, ama olumsuz bir değişimdi bu. Bir şey söylemeksizin yan yana geçtiler, sonra Winston geri döndü, isteksizce onu izlemeye başladı. Çekinecek bir şey olmadığını, kimsenin onlarla ilgilenmeyeceğini biliyordu. Julia konuşmadı. Winston'dan kurtulmak ister gibi hızlı hızlı yürümeye başladı, sonra yanında yürümesine izin verdi. O sırada kendilerini ne rüzgârdan ne de başka gözlerden saklayan, yapraksız bir çalı kümesinin arasına girmişlerdi. Durdular. Hava dondurucu soğuktu. Rüzgâr dalların arasından eserken sesler çıkartıyordu. Winston kolunu Julia'nın beline doladı.
Çevrede tele ekran yoktu, ama gizli mikrofonlar olduğu belliydi, üstelik görülebilirlerdi de. Ama fark etmiyordu, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Eğer isteselerdi, toprağa uzanıp her şeyi yapabilirlerdi. Winston bunu düşününce iliklerine dek ürper- di. Julia onun kolunu beline dolamasından etkilenmemişti, kendini kurtarmaya bile çalışmadı. Winston şimdi onda değişmiş olanın ne olduğunu anlamıştı. Julia'nın rengi solmuştu. Yüzünde saçıyla gizlemeye çalıştığı, alnından şakağına kadar uzanan bir yara izi vardı. Ama değişiklik bu değildi. Beli kalınlaşmış, garip ama sertleşmişti. Bir keresinde bir roket bombasının patlamasından sonra, yıkıntılar arasında çıkarılmasına yardım ettiği bir cesedi hatırladı. Ceset bir bedenden çok bir taşı andırıyordu. Julia'nın bedeni de böyleydi şimdi. Cildinin bile eskisinden farklı olduğunu düşündü, Winston.
Winston onu öpmeye kalkışmadı, konuşmuyorlardı. Otların üzerinde yürüyüp geri dönerlerken Julia, ilk kez ona baktı. Bu, aşağılama ve iğrenme dolu, bir anlık bir bakıştı. Winston, bunun geçmişten gelen bir sevgisizlik mi, yoksa şiş yüzünden ve rüzgârdan sulanmış gözlerinden mi olduğunu merak etti. Oradaki demir iskemlelere oturdular, birbirlerine yakın değillerdi. Winston Julia'nın konuşmak üzere olduğunu anladı.
Ayağındaki kaba ayakkabılarla bir dalı ezdi. Ayaklan bile genişlemiş gibiydi.
"Seni sattım," dedi, kuru bir sesle.
"Seni sattım," dedi Winston da.
Julia ona yeniden hoşnutsuzlukla baktı.
"Bazen insanı, direnç gösteremeyeceği, aklına bile getiremeyeceği bir şeyle tehdit ediyorlar," dedi Julia. "İşte o zaman, 'Bana yapmayın, başkasına yapın, falancaya yapın,' diyorsun. Bunun sonradan bir hile olduğunu söyleyebilirsin kendine, onları durdurmak için yaptığını, gerçekte bunu düşünmediğini söyleyip kandırmak isteyebilirsin kendini. Ama doğru değildir. Olay yer aldığı zaman onu gerçekten istemişsindir. Kendini kurtarmanın başka yolu olmadığını düşünürsün ve bu yolla kendini korumaya dünden hazırsındır. Bu şeyin diğer kişiye olmasını gerçekten istersin. Onun acı çekmesi umurunda değildir. Tek düşündüğün kendinsindir." "Tek düşündüğün kendinsindir," diye yineledi Winston. "İşte ondan sonra, öbür kişiye karşı aynı duygulan duyamıyorsun artık."
"Doğru," dedi Winston, "duyamıyorsun."
Söylenecek bir şey kalmamıştı. Rüzgâr ince tulumlarını bedenlerine yapıştırıyordu. Bir anda orada suskun oturmaktan utanç duydular. Üstelik hava çok soğuktu. Julia metroya yetişeceğini söyleyerek ayağa kalktı.
"Yeniden görüşelim," dedi Winston.
"Evet," dedi Julia da, "yeniden görüşelim."
Bir süre Julia'nın bir adım gerisinden yürüdü. Bundan sonra konuşmadılar. Julia ondan gerçekten kurtulmaya çalışmadı, ama yan yana yürümelerini engelleyecek biçimde yürüyordu. Winston ona metro istasyonuna kadar eşlik etmeyi tasarlamıştı, ama bunu yapmayı bir anda saçma ve katlanılmaz buldu. Ansızın, Julia'dan kurtulmaktan çok, Kestane Ağacı kahvesine kavuşmak isteği sardı içini. Köşedeki masası, satranç takımı ve bol bol cin içmek burnunda tüttü; özellikle kahvenin tatlı sıcaklığını çok özlemişti! O sırada aralarından birkaç kişinin geçmesine izin verdi, yetişmek ister gibi yaptı, ama sonra yavaşladı, döndü ve ters yönde yürümeye başladı. Elli metre kadar gittikten sonra geri döndü ve baktı. Cadde çok kalabalık değildi, ama onu se-çemiyordu. Koşuşan o insanlardan biri Julia olabilirdi. Artık, sertleşmiş, kalınlaşmış o bedenini arkadan tanıyabilmesi olanaksızdı belki de.
"Olay yer aldığı zaman," demişti, "onu gerçekten istemiş-sindir." Evet gerçekten istemişti. Bunu yalnızca söylememişti, dilemişti de. Kendisinin değil de, onun üzerine gönderilmesini dilemişti, şeylerin...
Tele ekrandan gelen müzikte bir değişiklik oldu. Çatlak, alaycı, san bir nota başladı. Bir ses şarkı söylüyordu, belki de sesi, müziği kafasında canlandırıyordu.
"Kestane ağacının altında, Sen beni sattın, ben de seni" Gözleri yaşlarla doldu. Yanından geçen garson bardağının boşaldığını görerek cin şişesiyle geri döndü.
Kadehini kaldırıp kokladı. Her aldığı yudumda bu sıvı daha da iğrençleşiyordu. Artık içinde yüzdüğü bir şeydi bu. Hayatı, ölümü, yeniden dirilişi olmuştu. Artık geceleri cinle sızıyor, sabahlan cinle kendine geliyordu. Çapaklı gözler, yapış yapış bir ağız ve sırtında ağrılarla uyandığı zaman -bu genellikle on biri buluyordu- akşam başucuna yerleştirdiği cin şişesi olmasa, değil kalkmak, yataktan doğrulamazdı bile. Saat on beşe kadar elinde cin şişesi tele ekranı dinliyor, saat on beşten kapanma saatine kadar Kestane Ağacı kahvesinde oturuyordu. Artık ne yaptıklarıyla ilgilenen, ne de tele ekrandan ona bağıran vardı. Arada sırada, belki haftada iki kez, Doğruluk Bakanlığına giderek tozlu bir odada, biraz çalışıyordu; eğer yaptığı işe çalışmak denilebilirse elbette. Yenikonuş Sözlüğünün on birinci baskısının hazırlanmasında karşılaşılan güçlükleri çözümlemek için kurulmuş olan sayısız kuruldan birine yardımcı kurullardan birinin yardımcı kuruluna atanmıştı. Geçici Rapor adlı bir şeyin ortaya çıkarılması için uğraşıyorlardı, ama rapor ettikleri şeyin ne olduğunu henüz bulabilmiş değillerdi. Virgüllerin parantezin içine mi, yoksa dışına mı konulması gerektiği sorunuyla ilgili bir şey olabilirdi. Kurulda çalışan dört kişi daha vardı, onlar da kendisine benzer kişilerdi. Bazı günler buluşup sonra yapacak bir işin bulunmadığını açık gönüllülükle birbirlerine söyleyerek ayrılıyorlardı. Ama bazı günler istekle işlerinin başına geçiyorlar, tanımlar hakkında tartışıp uzun yazılar hazırlıyorlardı. Sonra bir anda cansızlaşıp, hayaletler gibi, ilgisiz gözlerle birbirlerine bakakalıyorlardı.
Tele ekran bir süredir suskundu. Winston başını kaldırdı.
Bülten! Ama hayır, yalnızca müziği değiştirmişlerdi. Gözkapak-larının ardında Afrika haritası vardı. İlerleyen orduların şekilleri çizilmişti; bir siyah ok dikey olarak güneye, bir beyaz ok yatay olarak doğuya doğru ilerliyordu. Emin olmak ister gibi, duvardaki koskocaman portreye baktı. "O ikinci ok olmayabilir miydi acaba?"
Yeniden ilgisini yitirdi. Cinden bir yudum aldı, beyaz atı alarak oynattı, inceledi. Ama doğru bir hareket değildi bu.
İsteği dışında bir anısını hatırladı. Mumla aydınlatılmış, beyaz battaniyeyle örtülü geniş bir yatağın olduğu odadaydı. Do-kuz-on yaşlarında bir çocuktu. Yere oturmuş, zarlar atıyor, coşkuyla, kahkahalarla gülüyordu. Annesi de karşısına oturmuştu, o da gülüyordu.
Bu, annesi kaybolmadan bir ay önce olmalıydı. Yeniden barıştıkları bir zamandı herhalde, açlığını unutmuş, ona karşı duyduğu şefkat canlanmış olmalıydı içinde. O günü çok iyi hatırlıyordu. Yağmurlu bir gündü, sular camlardan süzülüyordu, içerisi soluk bir ışıkla aydınlatılmıştı. Her iki çocuğun bu karanlık, karışık odadaki can sıkıntısı katlanılmaz olmuştu. Winston mızmızlanıyor, yiyecek bir şeyler istiyor, orayı burayı kurcalıyor, komşuların duvarlarını tekmeleyerek onları rahatsız ediyordu. Küçük kız ise sürekli ağlıyordu. Sonunda annesi, "Şimdi uslu durun bakalım. Size oyuncak alacağım. Çok hoşunuza gidecek," demişti. Sonra o yağmurun altında dışarı çıkmış, her zaman açık olan bir dükkâna gitmiş ve elinde bir karton kutuyla geri dönmüştü. Winston hâlâ kartonun nemli kokusunu hatırlıyordu. Berbat bir şeydi. Karton yırtıktı. Küçük tahta zarı çok kötü hazırlanmıştı, bir kenarı üstünde güçlükle durabiliyordu. Winston bu şeye ilgisizce bakmıştı. Annesi bir mum yakarak oynamak için yere oturmuştu. Sonra Winston deli gibi bir coşkuya kapıldı, oynadıkça kahkahadan kırılıyordu. Her ikisi de dört kez kazanarak sekiz oyun oynadılar. Oyunu anlamayacak kadar küçük olan kızkardeşi oturmuş onlara bakıyor, onlar gülüyor diye o da neşeli kahkahalar atıyordu. Bütün öğleden sonra, ilk çocukluk yıllarında olduğu gibi mutluluk içinde geçmişti. Winston bu görüntüyü aklından silmeye çalıştı. Yanlış bir anıydı bu. Bu tür yanlış anıları sık sık hatırlar olmuştu. Ama onların ne olduğunu bildiği sürece önemleri yoktu. Bazı şeyler olabilirdi. Yeniden satranç tahtasına döndü ve beyaz atı aldı. Ama onu gürültüyle tahtanın üzerine düşürdü. Sanki tüm bedeni iğnelenmişti.
Tiz bir borazan sesi yardı havayı. Bültendi bu! Zafer!
Haberlerden önce borazan çalması zafer olduğuna işaretti. Kahvede bir tür elektriklenme oldu. Garsonlar bile kulak kabarttılar.
Borazan korkunç bir ses yaymıştı ortalığa. Tele ekranda coşkulu bir ses konuşmaya başlamıştı bile. Dışarıdan gelen bağ-rışmalar onu bastırdı. Haber caddelerde yıldırım hızıyla yayılmıştı. Duyduğu kadarıyla olaylar, önceden kestirdiği gibi gelişmişti. Büyük bir filo, gizli olarak hazırlanmış ve düşmana arkasından bir darbe indirilmişti; beyaz okun başı siyahınkini parçalamıştı. Gürültüler arasından zafer sözcükleri duyuluyordu. "Görkemli bir stratejik manevra -yetkin bir eşgüdüm- -kesin bir bozgun- yarım milyon tutsak -bütün Afrika'nın denetim altına girmesi- savaşın sonunun iyice yaklaştığı -zafer, insanlık tarihindeki en büyük zafer-zafer-zafer!"
Masanın altında Winston'ın bacakları titriyordu. Yerinden kıpırdamamıştı, ama kafasının içinde, dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, koşuyor, sağır olabilecek kadar yüksek sesle naralar atıyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Biraderin posterine baktı. Tüm dünyaya hükmeden bir anıt! Asyalı sürülerin boş yere bindirdikleri bir kaya! On dakika önce -evet, on dakika önce- yüreğinde sonucun yenilgi mi yoksa zafer mi olacağına dair kuşkular taşıdığını düşündü. Bu, yok olan Avrasya ordusundan da ötede bir olaydı. Sevgi Bakanlığına götürüldüğü ilk günden beri içinde çok şey değişmişti, ama son, kaçınılmaz, onu tümden iyi eden değişiklik işte o anda oldu!
Tele ekrandaki ses hâlâ ele geçirilen tutsak, malzeme ve öldürülenler hakkındaki duyurularını sürdürüyordu, ama sokaktaki sesler azalmıştı. Garsonlar işlerine geri dönmüşlerdi. Aralarından birisi bir cin şişesiyle yaklaştı. Düşlerinin içine gömülmüş oturan Winston, onun bardağını dolduruşuna hiç aldırış etmedi. Artık sokaklarda koşup çığlıklar atmıyordu.
Sevgi Bakanlığına geri dönmüştü. Her şey bağışlanmıştı, ruhu kar gibi bembeyazdı. Halk mahkemesindeydi, itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu. Beyaz fayans kaplı koridorda güneş altındaymış gibi arkasında silâhlı bir gardiyanla yürüyordu.
Uzun süredir beklenen kurşun beynine giriyordu. Başını kaldırıp, o koskocaman yüze baktı. O siyah bıyığın altındaki gülümsemenin ne anlama geldiğini öğrenmesi kırk yılını almıştı. Ah! Kötü, gereksiz anlaşmazlık! Ah! Kendisini koruyan o şefkatli kucaktan kovulan inatçı kafa! İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Biraderi seviyordu.
EK:
YENİKONUŞ İLKELERİ
Okyanusya'nın resmi dili olan Yenikonuş, İngsos'un ya da İngiliz sosyalizminin ideolojik gereksinimlerini karşılamak üzere oluşturulmuştu. 1984 yılında, Yenikonuşu henüz yazı ya da konuşma alanında tek bir iletim aracı olarak kullanan kimse yoktu. Times'ın makaleleri bu dilde yazılmasına karşın henüz bir uzman tarafından gerçekleştirilen bir beceri gösterimi niteliğindeydi. Yenikonuşun, 2050 yılına dek, Eskikonuşun (ya da İngilizcehin) tümden yerini alması bekleniyordu. Bu arada, Parti üyelerinin Yenikonuş sözcüklerine ve dilbilgisi yapılarına günlük konuşmalarında gittikçe daha sık yer vermeleri sonucunda, bu dil yerleşmeye başlamıştı. 1984 yılında kullanılan ve Yenikonuş sözlüğünün dokuzuncu ve onuncu basımlarındaki biçimiyle Yenikonuş daha sonraları silinmesi düşünülen; geçici, gereksiz ve geçerliliğini yitirmiş sözcük ve yapılardan oluşmuştu. Burada bizim ele alacağımız; dilin, sözlüğün on birinci basımında içerilmiş olan, yetkinleştirilmiş en son uyarlamasıdır.
Yenikonuşun amacı yalnızca dünya çapında bir tanımlar ortamı ya da İngsos'un izlerlerine uygun düşünsel alışkanlıklar sağlamak değil, aynı zamanda düşüncenin tüm biçimlerini olanaksız kılmaktı. Yenikonuş benimsendiği ve Eskikonuş tümüyle unutulduğu zaman, İngsos'un ilkelerinden sapmak demek olan, kabul gören öğretilere karşıt düşüncenin üzerinde düşünülmesini olanaksız kılmak amaçlanıyordu. Çünkü düşünce sözcüklere bağımlıydı. Yeni sözcük dağarcığı bir parti üyesinin açıklamak istediği tüm kavramları doğru ve ustaca kullanabilmesine izin verirken bunun dışındaki tüm kavramları ve onlara ulaşabilmenin dolambaçlı yöntemlerini ortadan kaldırmaktay- di. Bu kısmen yeni sözcüklerin kurulmasıyla, ama daha çok, istenmeyen sözcüklerin dışlanmasıyla, dili etkin siyasal düşünceden sapmış sözcüklerden arındırmakla ve tüm ikinci anlamları ne türlü olurlarsa olsunlar ortadan kaldırmakla gerçekleştiriliyordu. Özgür (azade) sözcüğü Yenikonuşta hâlâ yaşamaktaydı. Ama yalnız, "Bu köpek bitten azadedir," ya da "Bu tarla yabani otlardan azadedir," gibi deyimlerde kullanılabiliyordu. Özgür sözcüğü, 'siyasal özgürlük' ya da düşünce özgürlüğü olarak artık kullanılmıyordu, çünkü, ne siyasal özgürlük ne de düşünce özgürlüğü kalmıştı; bu nedenle kavram bile olsalar artık onları adlandırmak gereksizdi. Kabul gören öğretilere karşıt sözcüklerin silinmesinden başka, söz dağarcığının azaltılması kendi içinde bir amaçtı ve yoruma açık sözcüklerin yaşamasına izin verilmiyordu. Yenikonuş düşünce alanının genişlemesi için değil daralması için tasarlanmıştı. Seçim yapılabilecek sözcüklerin en aza indirilmesi bu amaca yardımcı olmaktaydı. Yenikonuş bildiğimiz İngilizce üzerine kurulmasına karşın içerdiği yeni türetilmiş sözcüklerle, tümceleri, günümüz İngiliz-cesini konuşan biri için pek anlaşılır değildi. Yenikonuş sözcükleri üç sınıf altında toplanmıştı: A grubu, B grubu (bunlar birleşik sözcükler olarak da anılıyordu) ve C grubu. Her grubu ayrı bir bölüm olarak açıklamak daha uygun olacaktır. Ama dilbilgi-sine ait ayrıntılar, A grubu sözcüklerine ayrılan bölümde işlenecektir, çünkü her üç grup için de aynı kurallar geçerlidir.
A sözcük dağarcığı. A sözcük dağarcığı günlük kullanım için gerekli sözcükleri içermekteydi; yemek, içmek, çalışmak, giyinmek, merdivenlerden inip çıkmak, taşıt kullanmak, bahçıvanlık yapmak, yemek pişirmek ve bunun gibi, bugün de kullandığımız sözcüklerden oluşmaktaydı; vurmak, koşmak, köpek, ağaç, şeker, ev, arsa gibi, ama günümüz İngilizcesi ile karşılaştırı-lırsa, sözcük sayısı daha azdı ve anlamları daha sınırlıydı. Tüm belirsizlikler ve anlam kuşkulan içlerinden ayıklanmıştı. Bir Yenikonuş sözcüğü, tek bir kavramı belirten, kısa bir sesti. A sözcük dağarcığını, yazınsal amaçlarla ya da siyasal ve felsefi tartışmalarda kullanmak olanaksızdı. Bunlar yalnızca somut nesneleri ve fiziksel eylemleri belirten basit ve amacı açık olan sözcüklerdi.
Yenikonuş gramerinin olağandışı iki garip özelliği vardı. Bunlardan ilki, cümle içindeki farklı kelime kümelerinin birbirlerinin yerlerine geçebilmeleriydi. Dildeki herhangi bir sözcük (bu ilkece 'eğer' ya da 'olduğu zaman' gibi soyut sözcüklere bile uygulanıyordu.) hem edim, hem ad, hem önad, hem de belirteç olarak kullanılabiliyordu. Aynı kökten oldukları sürece, bir edim ve bir ad arasında hiçbir fark yoktu. Bu durum kendiliğinden eski yapıların tahrip edilmesini doğuruyordu. Örneğin düğünce sözcüğü Yenikonuşta yer almıyordu. Onun yerini hem ad, hem edim olarak 'düşün' sözcüğü almıştı. Bunu yaparken hiçbir etimolojik ilke izlenmiyordu; kimi yerde kalıcı olarak özgün ad, kimi yerde edim seçiliyordu. Eşanlamlı ad ve edimler kök olarak ilişkili değilseler, çoğunlukla bunlardan birisi eleniyordu. Örneğin artık 'kesmek' diye bir sözcük yoktu. Onun yerini bir ad-edim olan bıçak sözcüğü almıştı. Önadlar, ad-edimlere 'li' eki, belirteçler 'la' eki getirilerek oluşturuluyordu. Örneğin, 'hızlı' çabuk ve 'hızla' aniden anlamına geliyordu. İyi, güçlü, büyük, siyah ve yumuşak gibi günümüz sözcükleri dilden çıkartılmamıştı, ama böyle sözcükler sayıca çok azdı. Bunlara gereksinim yok gibiydi, çünkü tüm önadlar bir ad-edim sözcüğüne 7i' eki getiriliyordu. Günümüzde kullanılan belirteçlerden 'la' eki ile bitenler dışındakilerden hiçbiri kalmamıştı, 'la' eki ise değiştirilemezdi.
Örneğin 'âlâ' sözcüğü 'iyilikle' olarak değişmişti. Buna ek olarak, her sözcük -bu durum ilkece dildeki tüm sözcüklere uygulanabiliyordu- 'değil' sözcüğü eklenerek olum-suzlaştırılabiliyor ya da çiftartı sözcüğü eklenerek güçlendirile-biliyordu. Böylece, örneğin, soğuk değil sıcak, sırasıyla artısoğuk ve çifteartısoğuk, çok soğuk ve müthiş soğuk anlamına geliyordu. Günümüz Ingilizcesinde de olduğu gibi, herhangi bir sözcüğün anlamı, 'na', 'sonra', 'yukarı', 'aşağı' ekleri getirilerek değiş-tirilebiliyordu. Bu yöntemle sözcük sayısı inanılmayacak kadar azaltılmıştı. Örneğin iyi sözcüğü olduğu için kötü sözcüğüne gerek kalmamıştı ve bu sözcük iyi değil sözcüğü ile tanımlanabiliyordu. İki sözcüğün doğal bir karşıtlık oluşturduğu durumlarda, tek sorun hangisinin silineceğine karar vermekti. Örneğin, isteğe göre, karanlık aydınlık değil, ya da aydınlık karanlık değil olarak tanımlanabilirdi.
Yenikonuş gramerinin ikinci önemli özelliği, kurallara sıkı sıkıya bağlılığıydı. Bu nedenle, geçmiş zaman çekimleri tüm sözcükler için aynı idi. Çalınmak çaldı, düşünmek düşündü olarak geçiyordu ve dildeki kuraldışı tüm geçmiş zaman çekimleri iptal edilmişti. Tüm çoğul sözcüklere duruma göre 7er' ya da 'lar' eki getirilmişti. Adam, öküz, yaşam sözcüklerinin çoğulu sırasıyla, adamlar, öküzler, yaşamlar olarak geçiyordu. Sıfatların karşılaştırılmaları, kural olarak 'ce' ve 'çok' ekleri ile oluşturuluyordu (iyi, iyice, iyiçok). Kuraldışı yapılar ve 'daha', 'en' yapıları kaldırılmıştı.
Kuraldışı sözcük sınıfları olarak adılların, bağlaçların, işaret adıllarının ve yardımcı edimlerinin kalmasına izin verilmişti. Bu arada konuşmanın kolay ve akıcı yürütülmesi için ses uyumuna özen gösteriliyordu. Söyleniş zorluğu olan ve yanlış yorumlanabilecek bir sözcük kötü olarak değerlendirilirdi, bu durumda ya sözcüğe birtakım harfler eklenir ya da sözcük ortadan kaldırılırdı. Ancak bu durum daha çok B sözcük dağarcığını ilgilendiriyordu. Konuşmada akıcılığın ve açıklığın üzerinde neden bu kadar titizlikle durulduğu daha sonra açıklanacaktır.
B sözcük dağarcığı. Bu sözcük dağarcığı siyasal amaçlarla oluşturulmuş sözcükleri içeriyordu. Bu sözcüklerin, yalnızca siyasal bir içerik taşımaları istenmiyordu, aynı zamanda, istenilen düşünme sistematiğinin kişiye benimsetilmesi amacını güdüyordu. İngsos ilkelerini bütünüyle anlamaksızın bu sözcükleri doğru kullanmak zordu. Bazen sözcükler, Eskikonuşa ya da A sözcük dağarcığından alınmış sözcüklere çevrilebiliyordu, ama bu uzun açıklamaları gerektirdiğinden, istenilen vurguların yitiril-mesiyle sonuçlanabiliyordu. Bu sözcükleri geniş düşünce alanını daraltmış kısa sözcükler dizişiydi; günlük konuşma dilinden daha net ve etkiliydi. B sözcükleri birleşik sözcüklerdi.1 Bunlar iki ya da daha çok sözcükten ya da sözcüklerin bazı bölümlerinden oluşuyorlar ve söyleniş kolaylığı sağlayacak biçimde bir araya getiriliyor-lardı. Sonuçta ortaya ad-edim olan bir sözcük çıkıyordu ve bunlarda gramer yapısına uygunluk gözetiliyordu. Bir örnek ele alalım, İyidüşün kabaca doğru yolda olmak demekti ya da edim ' Konuşyaz gibi birleşik sözcüklerin A sözcük dağarcığında bulunması daha uygundu, çünkü bu sözcük ideolojik bir içerik taşımıyordu, yalnızca kullanım açısından kolaylık sağlıyordu.
(Ç.N.) olarak kullanmak istenirse 'doğru yolda olan birisi gibi düşünmek' demekti. Bu sözcük şu biçimlerde çekilebilirdi; İyidüşün-dü, geçmiş, zaman; iyidüşünüyor, şimdiki zaman; önad olarak, iyidüşünceli, belirteç olarak, iyidüşünerek; ve ad olarak iyidüşü- nür.
B sözcüklerinin diziliş açısından izledikleri belirli bir yöntem yoktu. Yapılmış oldukları sözcükler cümlenin herhangi bir bölümünden alınmış olabilirlerdi. Bunlar istenilen düzende yerleştirilebilir ve farklılaşmalarını vurgulayacak, söylenimlerini kolaylaştıracak kısaltmalara uğrayabilirlerdi. Örneğin, Suçdüşün (düşünce suçu) sözcüğünde, düşün sona gelirken, düşünpol'de (düşüncepolisi) başa gelir ve sonuncusunda polis sözcüğü son hecesini kaybetmiş durumdadır. Ses uyumunu korumak kaygısı ile, B sözcük dağarcığındaki kuraldışı yapılar A sözcük dağarcığına göre daha sıktı. Örneğin sırasıyla
Doğrubak, Bolbak ve Sev-bak, Doğruluk Bakanlığı, Bolluk Bakanlığı ve Sevgi Bakanlığının kısaltılmış şekilleridir, bunun nedeni bolluk, doğruluk ve sevgi sözcüklerinin ses uyumunu bozmasıdır. İlkece, tüm B sözcükleri ses uyumuna uygundurlar ve uygunluk göstermeleri için farklılaştırılmışlardır. Bazı B sözcükleri, ancak bu dilde uzmanlaşmış olan bir kişinin anlayabileceği gibi, oldukça ince bir anlamla yüklü sözcüklerdi. Örneğin, Times'ın bir makalesinde geçen bir tümceyi ele alalım: Eskidüşünürler göbekdoyumdeğil İngsos. Bunu Eskidile çevirirsek şöyle bir anlatım ortaya çıkar: Düşünce yapıları Devrim öncesinde oluşmuş kişiler, ingiliz Sosyalizminin ilkelerini duygusal bir bütünlük içinde kavrayamazlar. Ancak, bu yine de doğru bir çeviri olmaz. Her şeyden önce yukarıda verilen Yeni-konuş tümcesinin tüm anlamını kavrayabilmek için, İngsos sözcüğüyle ne denilmek istendiğini anlamak gerekmektedir. Sonuçta ancak, bütünüyle
İngsos ilkeleriyle yetişmiş olan bir kişi gö-bekduyum sözcüğüyle anlatılmak istenenin; bugün için bile düşünülmesi zor olan, körü körüne, içten bir bağlılık demek olduğunu kavrayabilir. Aynı şey, kötülük ve yoldan sapmışlık anlamlarını içeren eskidüşünür sözcüğü için de geçerlidir, eskidüşü-nür sözcüğü gibi bazı Yenikonuş sözcükleri bu kavramları açıklamaktan çok, onları yıkmak amacını taşımaktaydılar. Bu söz- cükler bir dizi sözcüğü içerecek kadar geniş bir anlam yüküyle kuşatılır ve sonra bir zaman gelir, tüm bu anlamlan da içererek silinip giderlerdi. Yenikonuş sözlüğünü hazırlayan uzmanların karşılaştığı en büyük güçlük, yeni sözcüklerin üretilmesi değil, bu yeni üretilen sözcüklerin ne anlama geldiklerini açık seçik olarak saptayabilmekti. Onların, varlıklarıyla hangi sözcükleri ortadan kaldırdıkları önemliydi.
Özgür sözcüğünde de görüldüğü gibi, kabullenilmiş öğretilere karşıt olan sözcükler bazen uygunluk nedenleriyle ortadan kaldırılmazlar, ama içlerinden istenilmeyen anlam yükü çıkartılırdı. Onur, adalet, ahlâk, enternasyonalizm, demokrasi, bilim ve din gibi sayısız sözcük artık yaşamıyordu. Birkaç anlamsız sözcük bunların yerini doldurmuş ve ortadan kalkmışlardı. Özgürlük ve eşitlik kavramları çevresinde bulunan sözcükler, suçdü-şün sözcüğü altında, nesnellik ve mantıklı düşünce kavramları çevresinde bulunan sözcüklerse, eskidüşünce sözcüğü altında toplanmışlardı. Sözcükleri kesin sınırlarla ortaya koymak tehlikeli olurdu. Bir Parti üyesinden, eski bir Yahudiden beklenildiği gibi, istenilen, tüm öteki ulusların 'yanlış tanrılar' olduklarını düşünmesiydi. Eski bir Yahudi, Baal, Osiris, Moloch ve Aş-tar'ı ve öteki tanrıları tanımazdı, bu tanrıları ne kadar az bilirse, o kadar fazla Ortodoks olabilirdi. Yehova'yı ve onun emirlerini bilir, bu nedenle, tüm öteki adları ve yaklaşımları yanlış tanrılar olarak değerlendirirdi. Parti üyeleri de, doğru olan davranışları oldukça iyi bilir, ama yanlış diye belirlediği davranışları, ancak genel çizgileriyle düşünebilirdi. Örneğin, cinsel yaşantı, iki Yenikonuş sözcüğüyle sınırlandırılmıştı. Cinselsuç (Cinsel ahlâksızlık) ve iyicinsellik (saflık). Cinselsuç, tüm cinsel sapmaları içerirdi; çünkü, eşcinsellik ve tüm öteki sapıklıklar bunun içine girerdi, buna ek olarak sıradan bir cinsel ilişki, cinsel suçlar arasında yer alırdı. Bu niteleyen olaylar sonuçta bir ayırım göstermezlerdi, bu suçlan işleyen kişi aynı cezaya çarptırılırdı ve ilkece cezası ölümdü. Teknik ve bilimsel sözcükleri içeren C sözcük dağarcığında, cinsel sapmalara özel adlar veriliyordu, ama sıradan bir yurttaşın bunları bilmesine gerek yoktu. Sıradan biri iyicinsellik sözcüğüyle söylenmek isteneni anlardı, bunun amacı, çocuk yapmak olan karı koca arasındaki olağan ilişkiydi, ne kadın, ne de erkek, bundan özel bir zevk duymamalıydı, yoksa bu dnselsuç sayılırdı. Yenikonuşta, kabullenilmiş öğretilere karşıt bir sözcüğün üzerinde pek durulmazdı ve bu sözcük yok sayılırdı.
B sözcük dağarcığında, ideolojik açıdan yansız olan bir sözcük bulunmazdı. Sözcüklerin çoğunluğu, aslında taşıdıkları anlamın tersini belirtirdi. Örneğin, neşekampı (zorunlu çalışma kampı) ya da Barış Bak (Barış Bakanlığı, yani Savaş Bakanlığı), anlamlarının tam karşıtı biçimlerde adlandırılmışlardı. Bazı sözcükler Okyanusya toplumunun yapısını çok iyi yansıtmaktaydı. Örneğin Proleterdesin Partinin kitlelere dağıttığı niteliksiz eğlence yapıtları ve asılsız haberler anlamına gelmekteydi. Öteki sözcükler, Partiyle ilgili oldukları zaman 'iyi', düşmanla ilgili oldukları zaman ise 'kötü' anlam içerirlerdi. Bunun yanı sıra bazı sözcükler ideolojik renklerini anlamlarından değil yapılarından alırlardı.
Sonuçta görüldüğü gibi, siyasal bir özelliği olan tüm sözcükler B sözcük dağarcığı altında toplanmışlardı. Tüm kuruluşların ya da insan kümelerinin, öğretilerin, ülkelerin, enstitülerin, halk yapılarının adları benzer biçimlere indirgenmişlerdi, öz türevlerini koruyan az sayıda hecelerle söyleniyorlardı. Örneğin Doğruluk Bakanlığında Winston'ın çalıştığı yer olan
Arşiv Dairesi, Arşda olarak, Televizyon Programları Dairesi, Tele-da ve buna benzer biçimlerde adlandırılıyorlardı. Bu işlem yalnızca söylenişte zaman kazanmak amacını taşımıyordu. Yirminci yüzyılın ilk başlarında, siyasal dilin sözcük ve tümcelerinde bir kısalma söz konusu olmuştu ve özellikle totaliter devlet ile örgütlerin kısaltmalar kullandığı dikkat çekiciydi. Örneğin, Nazi, Gestapo, Komintern gibi. Bu olay başlangıçta içgüdüsel olarak benimsenmişti, ama bu durum Yenikonuşta bilinçli bir amaçla kullanılmaya başlandı. Bir adı kısaltmakla insan yalnız onun anlamını indirgemekle kalmıyor, başkalaştırıyordu da. Örneğin Komünist Enternasyonal sözcükleri, evrensel bir kardeşliği, kızıl bayrakları, barikatları, Karl Marx'i ve Paris Komününü çağrıştırır. Oysa Komintem, iç içe geçmiş bir örgütlenmeyi ve iyi tanımlanmış bir öğreti bütününü gösterir. Masa ya da sandalye gibi, tanıması kolay, sınırlı bir amacı olan bir şeyi çağrıştırır. Komintern sözcüğü, düşünce sınırlarını zorlamaksı-zın kullanılabilir, ama Komünist Enternasyonal sözcüğü, bir an- da pek çok olguyu çağrıştırabilir. Aynı biçimde, Doğ Bak sözcüğüyle tanımlanan kuruluşlar Doğruluk Bakanlığı sözcüğünden daha dar ve denetlenme şansı yüksek bir ortam olarak algılanır. Bu yöntem aynı zamanda sözcüğün daha kolay söylenebilmesi-ne de yardımcı olmaktadır.
Yenikonuşta karşıt anlam belirten sözcükler, düşünme şansını ortadan kaldırmak için kullanılırdı. Eğer gereksinme varsa bunun için dilbilgisi kuralları bile çiğnenebilirdi. Siyasal amaçlarla istenen, bir çırpıda söylenebilecek ve konuşmacının çağrışımlarını en aza indirebilecek sözcükleri yaşatmaktı. B sözcüklerinin hemen hemen tümü birbirine benzerdi. İyidüşün,
Banı Bak, proleterhesin, dnselsuç, neşekampı, İngsos, Göbekduyum, dü-şünpol ve sayısız daha niceleri birkaç heceden oluşmuşlardı ve vurgu iki hece arasında eşit dağıtılmıştı. Bunları kullanmak, çabuk çabuk, tekdüze ve sıkıcı bir sesle konuşma biçiminin kullanılmasını özendiriyordu. Gerçekte, amaçlanan buydu. Özellikle ideolojik olarak yansız olunmayan konularda konuşurken amaç bilinçten bağımsız olarak konuşmayı sürdürmekti: Günlük yaşamda bunun fazla bir önemi yoktu, ama Parti üyesi siyasal ya da etnik bir kanıyı bildirirken, doğru kabul edilen düşünceleri elden geldiğince bir makineliden çıkan kurşunlar gibi sözcüklerini kitlelerin üzerine yağdırırken kuşkusuz gereksinim duyardı. Parti üyesi bunu yapabilecek yetilerde yetiştirilirdi. Dili insanları aldatmak için işleyen bir araçtı. Sözcükleri sert seslerden oluşmuştu ve İngsos'un sürekliliğini sağlayabilmek için onun ruhuna uygun bir çirkinlik taşıyordu.
Arasından seçim yapılabilecek çok az sözcük vardı. Bizim dilimizle kıyaslandığında, Yenikonuş sözcük dağarcığının daha küçük olduğu ortadadır. Üstelik her yıl küçültülmesi için sürekli yeni yollar bulunuyordu. Yenikonuş her yıl biraz daha daralan sözcük dağarcığıyla öteki dillerden ayrılıyordu. Her azalma bir kazanç sayılıyordu, çünkü seçim alanı daraldıkça, düşünme istemi de o hızla azalmaktaydı. Görünüşe göre, sıradan konuşmanın beyin bölgelerini kullanmadan, yalnızca gırtlaktan çıkarılan bir sesler bütününe dönüşmesi bekleniyordu. Bu amaç Yenikonuşta ördekkonuş, sözcüğüyle belirlenmişti ve bu, bir ördek gibi vaklamak demekti. B sözcüklerinin hepsinde olduğu gibi, ördekkonuş, taşıdığı anlam bakımından bir ikilik gösteri- yordu. Eğer vaklamak, kuralları izler bir konuşmaysa, bir beğeni niteliği taşıyordu. Ve Times, Parti yolundan ayrılmayanları çifteartiyiördekonuşurlar olarak adlandırıyorsa, bu sıcak ve değerli bir övgü anlamına geliyordu.
C sözcük dağarcığı. C sözcük dağarcığı, ötekileri tamamlayan, bilimsel ve teknik terimlerden oluşuyordu. Bunlar günümüzde kullanılan bilimsel terimleri de içeriyordu, aynı kökler üzerine kurulmuşlardı, ama bunların kesin bir anlam taşımalarına ve yoruma açık olmamalarına özellikle dikkat edilmişti. Bunlar da öteki iki dağarcıkta olduğu gibi benzer dilbilgisi kurallarını izliyordu. C sözcüklerinden çok azı günlük konuşmalarda ya da siyasal söylevlerde kullanılırdı. Her bilimsel çalışma yapan kişi ya da teknisyen, kendi alanı için gerekli olan sözcükleri bir listeden bulup çıkarabilirdi ve öteki listelere pek gereksinim duymazdı. Her listede ortak olan çok az sayıda sözcük vardı. Bilimi bir zihin çalışması ya da bir düşünce yöntemi olarak niteleyen herhangi bir sözcük kümesi yoktu. Gerçekte, 'Bilim' için herhangi bir sözcük bulunmuyordu, bunu belirleyecek her şey, Ingsos sözcüğü altında toplanmıştı.
Görüldüğü gibi, Yenikonuşta, öğretilere karşıt düşüncelerin tanımlanabilmesi, çok düşük düzeylerde bilse olsa, olanaksız gibiydi. Elbette ki bu düşünceleri kötü biçimlerde, söylerce-sine anmak çok kolay ve olağandı. Örneğin Büyük Birader iyi değildir, denebilirdi, ama bu bağnaz bir kulak için saçmalıktan başka bir şey değildi ve düşünsel bir yargılamanın sonucu olarak ortaya çıkmış olamazdı. Bu yargılamayı yapabilmek için gerekli sözcükler elde yoktu, İngsos'a karşı düşünceler, ancak soyut ve sözcüksüz biçimlerde canlandırılabiliyordu, birbiri üstünde kayan geniş bir terimler alanı altında adlandırılabilirdi.
Öğretilere karşıt düşünceler, tanımlanmaksızın lânetlenirlerdi. Kişi Yenikonuşu ancak Eskikonuştaki sözcüklerden bazılarını çevirerek, karşıt görüşleri belirtmede kullanabilirdi. Örneğin Yenikonuşta Tüm insanlar elittir, diye bu tümce kurulabilir, ama bu Eskikonuştaki Tüm insanlar kızıl saçlıdır, tümcesiyle eşdeğerdedir. Burada bir dilbilgisi yanlışlığı yoktur, ama bir gerçekdışı durum söz konusudur; bu tümceyle tüm insanların aynı ağırlıkta, aynı boyda ve güçte oldukları söylenmektedir. Siyasal bağlamda eşitlik artık yoktur ve eşitlik sözcüğünden bu ikinci
anlam sökülüp alınmıştır. 1984 yılında Yenikonuş henüz karşılıklı iletişim alanına yeni yeni sindirilmeye başlanmışken, Yenikonuşu kullananların, sözcüklerin eski anlamlarını hatırlayabilme tehlikeleri söz konusuydu. Çiftdüşün'ü sağlam benimsemiş birisi için bu zor bir durum değildi ve birkaç kuşak sonra tehlike tümden ortadan kalkacaktı. Biricik dili Yenikonuş olarak yetişen kişi, eşitlik sözcüğünün bir zaman taşıdığı ikinci anlamı, örneğin, 'siyasal eşitlik' ya da 'düşünsel eşitlik' olarak bilmeyecekti. Bu, satranç oyununu bilmeyen bir kişinin vezir ve kale gibi sözcüklerin ikinci anlamını tanımaması gibi bir olaydı. İşleyemeyeceği bir dolu suç ve yanılgı olacaktı, çünkü bunlar onun için tanımsızdı, ad taşımıyordu ve bu nedenle de düşünülmeleri olanaksızdı. Zamanla, Yenikonuşun belirgin özelliklerinin somutlaşacağı, sözcüklerinin gittikçe azalacağı, anlamların kesin sınırlar içine sokulacağı ve sözcük oyunlarının olanaksız kılınacağı ortadaydı.
Eskikonuş tümden sindirildiği zaman, geçmişle olan son bağ da koparılmış olacaktı. Tarih, o sırada yeniden yazılmış durumdaydı, ama geçmiş yazın yapıtları henüz bütünüyle değiştirilmiş, yetkin bir sansür işleminden geçirilmemişlerdi. Eskiko-nuşu kullanabilen bir kişi, bunları rahatlıkla okuyabilirdi. Bu parçalar gelecekte yaşama şansını korumuş olsalar bile, anlaşılmaz ve çevrilmeleri olanakdışı olan şeyler olacaklardı. Teknik alandaki ya da günlük konuşmalardaki sözcüklerin ya da öğretilere uygun düşen Eskikonuş sözcüklerinin Yenikonuşa çevrilmeleri olanaksız gibiydi. Bu uygulamaya göre 1960 yılından önce yazılmış hiçbir kitabın, özgünlüğü bozulmaksızın çevrilemeyeceği ortadadır. Devrim öncesi yazınsal yapıtlar, ideolojik çeviri işlemini gerektiriyordu ve bu, dilin değiştirilmesi olduğu kadar, anlamının da değiştirilmesi demekti. Örnek olarak Bağımsızlık bildirisinden oldukça tanınmış bir parça alalım:
Kabullendiğimiz gerçek şudur: Tüm insanlar eşit yaratılmışlar ve yaradan tarafından yaşam, özgürlük, mutluluk gibi tartışmasız haklarla donatılmışlardır. Bu baklan korumak üzere, gücünü yönettiklerinden alan devletler kurulmuştur. Bu haklan elden alan ya da yıkan bir devleti değiştirmek ya da ortadan kaldırmak ve yeni bir devlet kurmak halkın hakkıdır. Bu bölümü, özgün anlamını koruyarak Yenikonuşa çevirmek çok güçtür. Bunu çevirmek demek tüm bölümü bir tek sözcük altında toplamak demektir: Düşünsuçu: Bu bölümün doğru çevirisi ancak Jefferson'ın sözlerinin mutlak hükümete övgü demek olduğu bir biçimde yapılabilirdi. Geçmişteki yazın yapıtlarının bir bölümü bu yolla değiştirilmişti. Saygınlığı için bazı tarihe geçmiş bireylerin saklanması isteniyordu, ama önce onları İngsos'un öğretileriyle bir düzleme oturtmak gerekiyordu. Shekaspeare, Milton, Swift, Byron, Dickens gibi çeşitli yazarlar çeviri işlemlerinden geçmişlerdi. Ve işlemler tamamlandığında bunların özgün yapıtları geçmişe ait tüm yazın yapıtlarıyla birlikte yok edileceklerdi. Çeviri işlemleri uzun ve yorucuydular ve ancak yirmi birinci yüzyılın birinci ya da ikinci yarısında tamamlanmaları bekleniyordu. Bu arada, çevrilmesi gerekli çok sayıda üretime yönelik kitap da bulunmaktaydı, öğretici el kitapları gibi. Bu çeviri işlemlerine zaman tanımak amacıyla, Yenikonuşun biçimini 2050 yıllarında alması kararlaştırılmıştı
ŞİMDİ OKUDUĞUN
George Orwell- 1984
Genel KurguSAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR.