Kollarıma gökten küller düşüyordu. Çıplak kollarımı kaldırdım, kollarıma yapışmış olan küller yavaş bir şekilde yere döküldü. Gözlerimi karşıya, taşan denize çevirdim.
Ne kadar süredir böyle olduğunu bilmiyordum. Tek bildiğim dünyanın yok olduğuydu. Nefes alan tek şey ben kalmıştım. Etrafımda yarılan zeminden yükselen alevler, dünya üzerinde var olan her şeyi yakmıştı. En kötüsü de buydu, çığlıklar. Dünyanın her yerinden yükselen çığlıklar beni sağır etmişti, donmuş ve şaşkındım. Gücümün sınırını bulamamıştım, bütün güç ellerimden akıp gitmişti. Kendime geldiğim ve transtan çıktığım anda ise her şey için çok geçti. Gücü kullanmak beni iyileştirmiş gibiydi, vücudumdaki bütün yaralar kapanmış, kanatlarımdaki kırıklar geçmişti.
Yorucu saatlerin sonunda uçarak, gittiğim her yerin mahvolduğunu gördüm. En sonunda kuzey kutbunda, henüz alevlerin ulaşamadığı ve el değmemiş yere ulaştım. Buzullarla kaplı bir dağdaki mağaraya ulaştığımda saatlerdir maruz kaldığım sıcaktan sonra soğukluk iyi gelmişti.
"Ne yaptım ben..." Durdum, dizlerimi kendime çektim. Titriyordum. Alevlerin ulaşarak yaktığı kıyafetime baktım. Titreyerek sallanmaya başladım, gözyaşlarım durmadan akıyordu. "Ne yaptım ben!"
Kriz geçiriyordum. Saatlerdir duymadığım çığlıklar şimdi kulaklarımdan gitmiyordu. Hayvanlar, bitkiler... Gökten yağan ateşler uzakta parlayan mumlar gibiydi. Ateşle birlikte yağan yağmur, çakan ve düştüğü yeri yangına boğan şimşekler, dağları yerle bir eden depremler, her şeyi yutan metrelerce dalgalar... Her şey öylesine kaos içindeydi ki ne yapacağımı bilemeden sadece izliyordum.
Kaos birkaç hafta sonra durdu. Sanırım haftaydı, zamanın ayırdını kaybetmiştim artık. Haftalardır bir şey yemeyip içmememe rağmen acıkmamış veya susamamıştım. Sanki bütün güçlerimi kullandığım için farklı bir forma bürünmüş gibiydim. Kendimi tanıyamıyor, kendimi bilemiyordum artık. Her an içimde bir dürtü vardı; yeniden yakıp yıkmak istiyordum.
Durulduğum ve kendime geldiğim anda, gökyüzündeki ateşler durdu. Yer sallanmayı bıraktı ve her yer mutlak bir sessizliğe büründü. Güneşin ilk ışıkları mahvolmuş ruhuma vurduğunda sallanmayı bıraktım, ağlamayı kestim. Yine de ellerim hala titriyordu.
Kanatlarımı açtım ve parlak gökyüzüne yükseldim. Günlerdir düz bir şekilde oturmaktan kaslarım sızlıyordu. Uçtum, gökyüzü beni cezalandırırcasına sert rüzgarını estirirken içinden geçtim. Oraya, yıkımın başladığı yere döndüm.
Ortalığı tarif etmem imkansızdı. Her yer oluşan deprem yüzünden yıkılmıştı, sokaklar taşlarla doluydu. Ateş var olan tüm her şeyi yakmıştı, sular çöküntülerde birikmişti. Etraf olaylar dinmesine rağmen hala tuhaf bir is ve sisle kaplıydı. Yere yavaşça çöktüm, o sırada kalp atışı hissettim. İki tane. Arkamı döndüm. Taşların altına baktım, kanatlarımı açıp havalandım. Kalp sesinin geldiği yöne uçtum. Hava ile birlikte taşları kaldırıp altına bakıyordum. O sırada onları buldum.
Ejderha ve yılan yan yanaydı, ikisi de sağdı. Oldukça fazla yara almışlardı, özellikle yılan. Yanaştım ve ağlayarak onlara dokundum. Ejderha beni görür görmez kafasını vücuduma sürttü, ağlayarak "Hey." dedim. "Buradayım."
Yılan kötü durumdaydı. Havalandım, ejderha ile yılanı hava ile kaldırdım ve kuzeye kadar taşıdım. Dağın ucuna geldiğimizde yorgunluktan perişan haldeydim. Ejderha yorgunluğumu anlamış gibiydi, yanıma geldi. Yaralı vücuduna baktım, ellerimle yarasının üzerinden geçerken ağzını açıp çığlığa benzer bir ses çıkardı. "Tamam." dedim. "Geçecek." Yılana baktım, "İyi olacağız."
Birkaç gün, sıcaktan ve ateşten zarar görmüş yılanı kara yatırdım. Karlar sürekli eriyor, bense yenisini yaratmak durumunda kalıyordum. Ejderha ise yılana nazaran çabucak iyileşmişti, kanatlarından biri tamamen iyi haldeydi. Diğer kanadını ise bulabildiğim sert ve düz bir kaya parçasına sarmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Başlangıç - Kayıp Tanrıça
FantasyKayıp Tanrıça öncesini anlatan ve Sarah gelmeden önceki Shat'ı, Dragua'yı, Sorcier'yi bulabileceğiniz prologue. İlk Bölüm yayında. 16 Ocak 2018.