Koşmaya başladı. Her zaman yaptığı gibi.
Kaçmanın en etkili yoluydu koşmak. Ya da o an için, tehlikeyi beraberinde sürüklemenin mi demeliydi buna?
Peşinde ona yetişmeye çalışan iki siluet vardı. Dışarıdan bakan insanların tabiriyle, evet, onlardan kaçıyordu. Ama kendisine soracak olursanız, sadece onları korumaya çalışıyordu. Kendini bildi bileli görevi buydu, çünkü her şeyi bilen o'ydu.
Milisaniyeler içerisinde görüp hafızasında dahi yer edemeden kafasını suratlarından başka yöne çevirmek zorunda kaldığı bu insanlar ise yaşamlarını sürdürdükleri bu çevrede olan çoğu şeyden habersiz, yalnızca hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Aslında bir bakıma komikti de bu. Her şeye hükmettiklerini zannederlerken, üzerinde bulundukları bu dünyadaki çoğu varoluştan bile bihaberlerdi çünkü. Peki o; bu insanlar adına üzülmeli mi, yoksa sevinmeli miydi?
Onu kovalayan kişiler ile arasındaki mesafeyi fazlasıyla açmıştı. Bakışları, rahatça hamle yapabileceği bir yer arıyordu. Kısacası, karanlığı.
Bacaklarındaki sızıyı umursamayarak koşabildiği kadar hızlı koşmaya çalışıyordu. Sol bacağının arkasındaki kesiğin acısı, zemine attığı her adımda tüm bacağı boyunca yankılanıyordu. Yarım yamalak doladığı bez parçası, ısrarla bileklerine doğru akmaya çabalayan kanı daha ne kadar engelleyecekti bilemiyordu.
Saçları rüzgârla beraber bir o yana bir bu yana savrulurken tek düşünebildiği; ne olduğunu bile bir türlü çözemediği bu koca sorunun gittikçe daha da büyüdüğüydü. Denge bozulmaya başlayalı dört ay olmuştu ve daha sebebinin ne olabileceğini bile bulmaya yaklaşamamıştı.
İnsanlar bir anda ortadan kaybolmaya başlamıştı. Öldüklerini düşünenler olmasına rağmen dört aydır tek bir kişinin bile cesedine ulaşılamamıştı. İzlerini sürmeye çalıştıklarında hep bir yere kadar ilerleyebiliyorlardı. Bu noktadan devam etmek için ellerinde kalan tek şey ise her seferinde sıfır oluyordu.
Bölük pörçük düşüncelerinin arasında, tam köşeyi döndüğü sırada birine çarparak kendini yerde buldu. O kadar hızlı ve sert olmuştu ki görüşü birkaç saniyeliğine bulanıklaştı. Gözlerinin önündeki dünya yavaşça beyazdan siyaha döndü. Kafasının içindeki her şey susmuş, renklerin yerine oturmasını bekliyordu.
Bacağının arkasındaki yaranın daha fazla kanamaya başladığını hissedebiliyordu. Acısı ne kadar katlanılmaz olmaya başlasa da beyninin bir köşesinde istemsizce o an için bunun bir önemi olmadığını tekrarlayıp duruyordu.
Bir ses duyuyordu. İlk başta çok uzaktan gelmesine rağmen yavaşça yakınlaşmaya başladı bu ses. Sonunda netlik kazandığında kulaklarından içeriye emin adımlarla girmişti bile.
"Kang Ha-Neul?" dedi, onu yerden kaldırmaya çalıştığı sırada. Bir eliyle zeminden güç alarak, diğer eliyle kafasını tutarak, sımsıkı kollarından tutan kişinin de desteğiyle yerden kalkmaya çalıştı.
"Kang Ha-Neul? Sen misin?" dedi, bir öncekinden daha yüksek bir sesle. Sonunda kendini toplayabildiğinde tanıdığı olduğu o gözlerin içine bakabilmişti. Düşünceleri yeni yeni yerine oturmaya başlamıştı.
"Ne işin var burada?" dedi tekrardan, endişeli bakışlarını esirgemiyordu. Elleri hâlâ üzerindeydi ve elbette sorularına cevap bekliyordu.
Dünyası, anlayabildiği kadarıyla birkaç dakika sonra, yerine oturduğunda kendisini kovalayan birilerinin olduğu fikrinin de zihninde belirmesi sadece saniyeleri almıştı.
Refleks olarak arkasına baktı. Aralarında yeterince açtığı mesafe, yere düşmesiyle beraber iyice kapanmıştı muhtemelen. Yanına gelmeleri an meselesiydi.
Vakit kaybetmeden önüne döndü ve kendini yeniden o gözlerin içinde buldu. Bedenini onun ellerinden kurtarıp yürümeye yeltendi ama daha üçüncü adımı atamadan sendeledi ve düşmemek için duvara dayandı.
O tanıdık surat, tekrar yanında belirdi.
"Kang Ha-Neul, sensin biliyorum. Ne yapmaya çalışıyorsun?" dedi, şaşkın ve bir o kadar da kızgındı sesi.
"Gitmem gerek." diyebildi ilerlemeye çalıştığı sırada. Sesini kendi bile zar zor duyuyordu.
Kafasını bir anlığına yan tarafa çevirince peşindeki kişiler görüş alanına girdi. Tam olarak onun olduğu tarafa yönelmişlerdi. Endişe seviyesinin tavana vurduğunu söylese kesinlikle yalan söylemiş olmazdı. Aceleyle önüne döndü ve gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde karşısında duran tanıdık yüze baktı.
"Ne oluyor?" diye sordu, sesi bir cevap için yalvarıyordu.
Zaman yoktu. Gücünü bir kez daha toplayıp kaçması gerekiyordu.
"Gitmeliyiz, anlatırım." diyebildi aceleyle ve soruların sahibinin elini tuttu. Onu bu kadar bilinmezliğin ortasında öylece bırakamazdı.
Ne kadar acı çektiğini düşünmemeye çalışarak koşmaya başladı. Avcunun içindeki elin sıcaklığını hissetti.
Sokakların arasında el ele koşuyorlardı.
Kafasındaki her şey adeta silinmişti. Tüm düşünceler, tüm planlar... Ne yapacağını, nereye gideceğini bile unutmuştu. Sadece bacağındaki acıya karşı koyarak koşmaya çalışıyordu.
Sonunda meydandan uzaklaşıp kıyasla daha tenha bir yere varmışlardı.
Etrafa bakındı ve gözleri hızla gizlenebilecekleri bir yer aramaya koyuldu. Koşmayı kesmeden, binaların arasında gözüne kestirdiği dar bir sapağa yöneldi. İki caddeyi birbirine bağlayan bir ara sokaktı bu.
Sonunda durup soluklanma fırsatına eriştiklerinde karşısında duran o gözlerin en içine baktı. Elini bırakıp arkasındaki duvara yaslanmak için geriye doğru birkaç adım attı. Daha fazla ayakta duramıyordu, yapamıyordu. Sanki bütün gücü bir şırıngayla çekilmişti. Düşünceleri birbirine girmişti. Vücudunu duvarın soğuk zeminin üzerinden kaydırdı ve yere oturabildi. Sadece onları bulmamalarını umabiliyordu. O sokağa hiç bakmamalarını, yanlarından geçip gitmelerini diliyordu.
"Kang Ha-Neul, neler oluyor? Neyin var?" dedi o endişeli ses yeniden.
O kahverengi gözleri, pembemsi dudakları, saçlarının arasındaki gelişigüzel dalgalı tutamları bu kadar yakından görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki... Gözlerini yüzünün her bir parçasında gezdirirken, sanki yıllardır ihtiyacı olan tek şey buymuş gibi, içi bir parça huzurla doldu.
"Han Se-Joo." diye fısıldayabildi, havaya karışan nefes alışverişlerinin arasından.
O günden, o andan sonra, onunla hiç karşılaşmamış olmayı, o günün hiç yaşanmamış olmasını dileyecekti. Onu bu hikayenin bir parçası yapmayı hiçbir zaman istememişti.
Her şey bulanıklaşmaya başladı. Karşısında duran o çocuğun gözleri, burnu, dudakları. Üzerindeki siyah kapüşonlu. Sırtındaki çantasının askıları. Arkasındaki duvar. Yükselen iki binanın arasından görebildiği mavi gökyüzü.
En son hatırladığı şey, suratında hissettiği tenin sıcaklığıydı.
Her şey, kayboldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
valan vlue ☾ düzenleniyor
FantasíaAltı parçanın meydana getirdiği denge taşının oluşturduğu dünya dengesini korumak üzere eğitim almış Elizabeth Stacy ve ekibi, insanların aniden kaybolmaya başlamalarıyla birlikte bu esrarengiz olayı çözmek üzere 4 ay boyunca uğraşıyor ancak hiçbir...