13 • start talking before i shoot you

26 3 7
                                    

Felix ve Lexi, Elizabeth'in bacağının kötüleşmesi ve Bilinmeyenleri görmesinin üzerine Daniel'ın aramasıyla çoktan gelmişler ve Se-Joo ile ilgilenmişlerdi. Elizabeth, bir daha daireye girmemiş, merdivenlerde oturup Se-Joo'nun sessiz hıçkırıklarını ve burun çekişlerini dinleyerek sadece beklemişti.

Se-Joo, ne kadar zaman geçerse geçsin annesine veda edemeyeceğini bilmesine rağmen uzunca bir süre annesine sarılarak öylece durmuş, elbette kimse de ona karışmamıştı. Ancak Daniel, fazlasıyla çekinse de daha fazla kalamayacaklarını, gitmeleri gerektiğini ve Se-Joo'nun da onlarla birlikte gelmesinin daha iyi olacağını söylemiş; Se-Joo ilk başta itiraz etmeye yeltense de annesinin son sözlerini hatırlaması üzerine kabul etmişti.

Daniel bunun üzerine, Se-Joo'nun duymadığından emin olduğu bir ses tonuyla Felix ve Lexi'ye; Elizabeth ile önden gideceğini, çok vakit kaybetmeden Se-Joo'yu alıp gelmelerini ve cesetle ilgilenmelerini söyleyip daireden çıkmış ve Elizabeth'i alıp yola koyulmuştu.

Yol boyunca hiç konuşmadan ekip binasına gelmişlerdi. Daniel, Elizabeth'in neler hissedebileceğini tahmin ediyordu ama arkadaşı için elinden bir şey gelmiyor oluşu, daha çok üzülmesine sebep oluyordu.

"Ben gidip Jack ile konuşayım." dedi Daniel, Elizabeth'i salondaki koltuklardan birine oturturken.

Elizabeth, derin bir nefes aldı ve boş bakışlarla etrafı izlemeye koyuldu. Daniel, bir bardak su getirip önündeki sehpaya bıraktı ve bir süre Elizabeth'in suratını inceleyip salonu terk etti.

Elizabeth, çaresiz hissediyordu. Aynı şeyleri tekrar ve tekrar düşünmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kafasının içinde hızla dönüp duran koca bir dünya vardı sanki. Başı ağrımaya başlamıştı.

Dirseklerini dizlerinin üzerine koydu ve ellerine baktı. Kendine karşı duyduğu koca öfke belirdi içinde ve bu elleri suçlamaya başladı. Her seferinde, her şeyi nasıl bu kadar berbat edebiliyorlardı?

Son bir ayda yaşadıklarını düşündü. Bunca şeye rağmen kalbi hala nasıl atmaya devam ediyordu bilemiyordu, bir an buna şaşırırken buldu kendini. İçinde bulunduğu durum gittikçe karmaşıklaşmaya ve zorlaşmaya başlıyor, onu boğuyordu. Çözmesi gereken onca şey varken önünde hiçbir çıkış yolu yoktu sanki.

İki yıl önce kaybettiği babasını, aylar önce hastalanıp ölen eğitmenini düşündü. Sevdiklerini kaybetmenin, kendinden her gün daha fazla nefret etmeye başlamanın acısını hissetti. Ardından Daniel, Felix, Lexi ve Austin'i düşündü. Ya onları da koruyamazsa? Austin'in başındaki tüm sorunları düşündü. Ya onları da kaybederse?

Kafasını salladı, bu düşünce bulutunu dağıtmak istercesine. "Kendine gel, başka ne yapacaksın? Ayağa kalk." deyip durdu kendine bir süre. Ayağa kalkmalı ve diğerleri için devam etmeliydi.

Yerinden fırladı ve elleriyle yüzünü ovuşturdu, kendini toparlamaya çalışıyordu. Hole çıktı ve iki yana uzayan geniş merdivenlere bir süre bakıp altındaki asansöre doğru ilerledi, ikinci katın düğmesine bastı. Jack ve Daniel'ın yanına gidip buradan itibaren neler yapmaları gerektiğini tekrar konuşacaktı. Zira aklına yapacak başka bir şey de gelmiyordu.

Bir süre dolandıktan sonra balkonda bulmuştu onları. Austin de yanlarındaydı.

"Soleilune'a gitme işini biraz erteleyelim." dediğini duydu Jack'in, onlara doğru yaklaşırken. Austin'in bakışlarını üzerinde hissediyordu.

"Neden?" diye sordu Daniel bunun üzerine.

"Odaklanamayabilirsiniz diye düşünüyorum." dedi Jack, net bir ifadeyle. Bu sırada Elizabeth'i fark etti ve dudaklarını birbirine bastırıp kafasını eğdi. Saatine baktı ve konuşmaya devam etti. "Benim ufak bir işim var. Siz devam edin." dedi.

"Nereye?" dedi Elizabeth, sesinin kısık çıktığını fark etti konuşunca. Boğazını temizledi.

"Dedim ya, ufak bir işim var." dedi Jack, kapıya doğru ilerlemeye başladığı sırada.

Elizabeth, bir sıcaklık dalgasının bütün göğsünü kaplamaya başladığını hissetti. Kalp atışları hızlanmıştı. Yumruğunu sıktı. Her seferinde aynı cevabı almaktan, Jack'in sürekli ortadan kaybolmasından ve doğru düzgün bir açıklama yapmamasından bıktığını düşündü o an. Görmezden gelebileceği bir anında değildi, biriktirdiği öfke kendini göstermeye hazırlanıyordu.

"Nereye dedim." dedi Elizabeth, tekrarladı. Bu, Jack'in olduğu yerde kalmasına sebep oldu. "İşini sormadım, nereye gittiğini sordum." dedi Elizabeth, arkasını dönüp Jack'in suratına baktı. Gözleri irileşmişti.

Austin, sırtını dayadığı balkon duvarından doğrulup Elizabeth'e doğru yaklaştı. Daniel, şaşkınlıkla izliyordu.

"Bana hesap mı soruyorsun?" dedi Jack, Elizabeth'e doğru bir adım attı.

"Buna hakkım olduğunu düşünüyorum." dedi Elizabeth. Sıktığı eli acımaya başlamıştı ama umursamadan konuşmaya devam etti. "Sürekli ortadan kaybolup bir yerlere gidiyorsun, hiçbirimize doğru düzgün bir açıklama bile yapmıyorsun, sadece ne yapacağımızı söyleyip tekrar ortadan kayboluyorsun. Neyin peşindesin sen?"

"Üzgünsün ve sinirlisin, bu yüzden bir şey demeyeceğim. Kendini suçladığının farkındayım ama olanlar senin suçun değildi, o kadını sen öldürmedin." dedi Jack, kafasını salladı. Sinirli olduğunun farkındaydı, onu yatıştırmaya çalışıyordu. Ancak bu söylediklerinin üzerine, Elizabeth'in göğsündeki sıcaklık dalgası bütün vücudunu sarmaya başlamış ve onu daha da kızdırmıştı.

"Sen beni aptal mı sandın?" dedi Elizabeth, istemsizce dudakları kıvrıldı. "Bir şeyler sakladığının farkında değilim mi sandın?" diye bağırdı. Gerçekten yorulduğunu hissediyordu.

Elizabeth, acıyan eline baktı. Tırnakları derisine batmış ve elinin kanamasına sebep olmuştu.

Daha fazla dayanamayacaktı. Hiç düşünmeden belindeki silahı çıkardı ve Jack'e doğrulttu.

"Ben seni vurmadan önce konuşmaya başla." dedi bütün kararlılığıyla. 

valan vlue ☾ düzenleniyor Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin