Sırtını dayadığı, eski, yıpranmış yatak başlığından yatakta ayaklarını uzatmış, yıkıntının arasından bulduğu bir fotoğrafı parmaklarının arasında tutuyordu. Geçmişine dair birçok şeyi silmek istese de, elinde tuttuğu şeye bakıp, iç çektiren şeyler olduğu da aşikardı.
İnsan en çok geçmişinden kaçmak istiyordu ama insanı en çokta geçmişi mutlu ediyordu.
Sol elinde tuttuğu çakmağı ateşledi ve fotoğrafın alt kısmına tutarak, yavaşça yanmasını izledi. Yanan fotoğraf artık görünemez hale geldiği zaman üfledi ve yere bırakıp, başını geriye yasladı.
Döküntüden ibaret olan odada gözlerini gezdiriyor, burada olmaması gerektiğini bir kez daha dile getiriyordu kendisine.
Uzun zamandır kullanılmıyordu bu ev. Annesinin intiharından sonra kimse tutmamıştı bu evi, bu yüzden kendi halinde eskimeye, çürümeye başlamıştı her şey. Zaman zaman buraya geliyor, Taehyung'un anılarını hatırlıyordu. Reşit olduğu zaman evden kaçtığı günü hatırladı.
Bir kaçış hayatı ne kadar etkileyebilecekse, o kadar etkilemiş, bambaşka biri olmuştu. Kim Taehyung çoğu zaman kendi içinde, düşünceleriyle savaşıyordu.
Yoongi ile karşılaştığı ilk gün, kendine gelen teklifi uzun süre düşünmüş, ardından kabul etmeye karar vermişti. Hafif bir şey değildi bu, insanların hayatları, geride bıraktığı ailelerin acıları söz konusuydu.
Kang Dae ona bir teklif sunmuştu; ona sadece isimler verecek, işkence etmesini isteyecek fakat öldürmeden bırakacaktı. Çünkü kurbanlarını başkalarının öldürmesinden asla hoşlanmazdı. Ona yüklü bir miktarda para vereceğini söylemişti. Ne gibi bir insan bunu ister, diye düşünmüştü çoğu kez. Hiç tanımadığı Min Yoongi ve teklifini kabul ettiği Kang Dae ile birlikte hayatına devam etmişti.
Belkide teklifi kabul etmesinin en büyük nedenlerinden biri, işkence edeceği adamların üvey babası gibi olmasıydı. Ne zaman birinin derisini yüzüyor olsa, annesi geliyordu gözünün önüne. Çığlıkları, gözyaşları.
O evden kaçtığı günden beri bir canavara dönüştüğünün farkındaydı. Bıçağının ucu çoğu kez kendi boğazını, bileğini, kalbini bulmuştu. Sadece kesik atarak hayatına devam etmişti, biliyordu ki yerine getirmesi gereken, işkence etmesi gereken bir liste dolusu adam vardı.
Ve Tanrı karşısına, Park Jimin'i çıkarmıştı.
Aklına gelen yüz ile hafifçe gülümsemişti.
Kendini namlunun ucuna atmıştı birkaç kez. Gözlerinin içine bakarak öldürmesini söylemişti. Ama Kim Taehyung asla tetiğe basacak kadar cesaretli olamamıştı ona karşı. İçinde anlamlandıramadığı fakat zihninin en ücra köşelerinden çıkıp, beynine hükmeden birkaç his, birkaç düşünce vardı.
Güllük gülistanlık bir hayata sahip değildi, kendisi gibi. Ama biliyordu ki, eğer yanında bulunmaya devam ederse hiçbir zaman sahip olamayacaktı.
Onun yanında içinde yeşermeye başlayan umut parıltıları vardı; gözlerinin içi parlıyordu. Umuyordu ki, kendi karanlığının içinde onun parıltılarını da söndürmezdi.
Onda kendisini çeken bir şey vardı. Park Jimin'in büyüsüne kapılıyor, olduğu kişiden sıyrılıyor ve bambaşka biri oluyordu yine. Taehyung demesine bir şey söylemiyordu artık, belki de anlamlandırmak istediği içindi.
Kim Taehyung, Taehyung'u yaşatmak istemiyordu. Birçok kez bu yattığı yatakta, akıtamadığı gözyaşlarında boğmuştu Taehyung'u, bazen de yaktığı ateşin içine atmış, yanmasını izlemişti.