#4

2.1K 172 7
                                    

Günler hızla akıp geçiyor ve ben her geçen gün kendimi buz prensine biraz daha yakın hissediyordum. Bir gün onu kaybedersem deli danalar gibi ağlayacaktım ve bundan kimse haberdar olmayacaktı.

Haftalar birbirini kovalamış, sonbahar mevsimi yerini kışa bırakmıştı. Görüşme planı yapabilmek için bir orta yol bulmaya çalışıyordum ama bana bir türlü vakit ayırmıyordu. O ara "çok yoğun çalışıyorum!" cümlesinden daha fazla nefret ettiğim bir cümle olamazdı. Günlerce uğraşmıştım.

Onunla konuşabilmek için en uygun günü kovalamış, günlük burç yorumları okuyup durmuştum. Ama işe yaramamıştı. Sonunda bütün konser, basketbol maçı, kış kampı ve sıradan akşam yemeği davetlerim havada asılı kalmıştı. Oysa tek bir akşam için İstanbul'a ulaşmak ikimiz için de zor sayılmazdı; insan gerçekten de bazen sadece bir akşam yemeği için vakit ayıramaz mıydı?

Sonunda pes etmiştim. Neredeyse hüngür hüngür ağlayacak kadar üzülmüştüm. Dev sandığım bir hayal fos çıkmış gibi hissetmek üzereydim. Bunu anlatabilmek için sayfalar dolusu mektup yazmak istemiş; ama tek kelime bile etmemiştim. Ders çalışmayı bırakmış, kendimi odama kapatmıştım.

Sık sık ağlıyordum ve devamlı olarak çikolata dolgulu donut yapıp yiyordum.

Buz prensiyle kavuşamıyoruz diye kendimi tatlı bir depresyonun içine sokmuştum ve tatlı tatlı kilo alıyordum. Ama bir gün, birden üzüntüye doymuştum. Gurur yapmak istemiyordum, 'ilk adımı ben atmayacağım, davetlerime tekrardan başlayamam' gibi manasız düşünceler beslemiyordum. Telefonumu elime almış, Biletix'in sitesini açmış, Haliç Kongre Merkezi'ndeki Teoman konserine üçüncü kategoriden iki kişilik bilet almıştım. Aslında bilet alırken haber vermeliydim; ama her zamanki gibi sürpriz yapmaya çalışacaktım. Ve ne var ki buz prensine sürpriz yapılamayacağı detayını atlamıştım.

"Önümüzdeki Cumartesi akşamını bana ayırır mısın?" yazıp mesajımı hop diye gönderdiğimde, heyecandan dakikalarca yatağımda zıp zıp zıplamıştım. Ve "Şöyle söyleyeyim, gerçekten çok zor," yazan o duygusuz cevabı aldığımda ise, şaşkınlıktan neredeyse kalp krizi geçirecektim. Oysa sorum alelade bir soru değildi, apaçık bir davetti. Sevgim devdi. Haftalarca totem yapmış ve sonunda çıkma teklif etmiştim; ama beni reddetmişti. Evet, ben bir deliydim; buz prensi ise tam bir zırdeliydi.

Bir anlık küskünlük, bir suratsızlık hissiyatı, minik bir hayal kırıklığı yetmişti. Bilet bilgilerinin yer aldığı maili silmem otuz saniyemi falan almıştı. Ve yalnızca üç gün sonra kargoyla gelen biletleri kapıdan teslim aldıktan sonra yırtıp atmam da öyle...

Her kime sorarsanız sorun, gurusuzluğun bir sınırı olmalıydı. Ama bana sorarsanız eğer, alacağınız cevap büyük ihtimalle değişirdi. "Evet, bir sınırı olmalı," desem bile aksi davranırdım. Öyle de yapmıştım.

Tam dört ay boyunca tavşan dağa küsmüş, dağın bundan haberi olmamıştı. Bu klişede dağ olan buz prensi bu süre zarfında Tus'u kazanmış, Kadın Hastalıkları ve Doğum ihtisasını yapmak üzere Eskişehir'e taşınmıştı. Hiç yanında olamamış ve destek olmaya çalışmamış olmam içler acısıydı; ama bu onu düşünmediğim anlamına gelmiyordu elbette. Her an aklımdaydı. Her gece onunla yattığım ve her sabah onunla kalktığım doğruydu. Stalker olma yolunda adeta bir dünya markası olmuştum. Buz prensini göz hapsimde tutuyordum, onu mutlu görmekten hoşlanıyordum. Yepyeni bir hayata başlamak onu heyecanlandırmış olmalıydı, onun adına hayaller kurunca ben de mutlu oluyordum.

Dört aylık gizli küslüğümüz müddetince buz prensinin kalbine gidebilecek bir yol aramış, bunun için ince ince çalışmıştım. Bütün duygularımı dürüstçe anlattığım sayfalar dolusu bir kitap yazmış, Mayıs ayının son haftası basılmış olması şartıyla bir yayıneviyle anlaşmıştım. Bunu yaparken amacımın ne olduğundan çok emin değildim. Ama sıradanlığın ötesine geçmekte ve Haziran'ın 3'ünde kutlayacağı yeni yaşı için en büyük sürprizi yapmakta epey kararlıydım. Ve yayınevimin kitabımı baskı için matbaaya gönderdiği hafta apar topar iki bilet daha almıştım.

Bu sefer riske girmemiş, planı buz prensiyle birlikte yapmıştık. Elbette önce ben aramıştım.

Nisan ayının ortasına denk gelen ilk hafta sonu İstanbul'da buluşmuş, araya giren o upuzun zamanı görmezden gelmiş, birbirimize daha birkaç gün öncesinde biraradaymışızcasına tatlı bir samimiyetle sarılmış, biletlerini tribünlerin taa en tepelerinden aldığım bir basketbol maçını birlikte izlemiştik. İkimiz de Fenerbahçeliydik. Bu iyiydi; çünkü aynı renk formalar giyebilmiştik.

Bana göre süper arkadaşlar, süper şeyler yaparlardı. Süper şeylerin sınırı yoktu; kalpten vurabilecek her şey, süper şeye dâhildi. Ve ikizimin de yaşadığı şehirden bambaşka bir şehirde buluşup basketbol maçı izlemesi süper bir şeydi. "Bi' Kerecik Sarılalım mı?" ismini verdiğim ilanı aşk kitabım bir sürü okuyucuyla buluşmak üzereydi. Son bir kez birlikte vakit geçirmeyi başarmıştık ve artık topu tamamıyla buz prensine atmanın vakti gelmişti. Kitabımdan henüz haberdar değildi. Bu çok büyük ve çok gizli bir sürprizdi. 

Maçtan sonra birlikte yemek yemiş, hemen ardından soluğu bir profiterolcüde almıştık. Pencere kenarında, güneşin üzerine nazikçe dokunduğu tek masada karşılıklı oturduğumuzda kalbim dans ede ede ağzıma kadar ulaşmıştı. Yalnızca bir kaç saat sürmüş olan sohbetimiz adeta bir ömre bedeldi. Vedalaşmamız gerektiğinde içim üzülmüştü. Buz prensinin tavırlarıysa, bunu sık sık tekrarlıyormuşuzcasına rahattı. Öylece gelmiş, gün boyu hiçbir şey yaşanmamış gibi cool davranmış, kalbimi yine çalmış ve sonra kalkıp gitmişti. O kadar naif, o kadar huzurlu, o kadar karşı konulamaz bir yanı vardı ki; onunla küs kalabilmem imkânsızdı. Bazen bunu yapmayı çok isteyecektim ama hiçbir zaman gerçek olmayacaktı.

Çünkü karşı koyamadığım bir cazibesi vardı. Bu içsel bir dürtüydü. Sanki aramıza ne kadar uzun süreli ayrılıklar girdiğinin bir önemi yoktu.

Kaldığımız yerden son sürat devam ediyorduk.

Saatler süren mesajlaşmalarımızı günün ilk ışıklarına dek sürdürebiliyorduk. Hiç sıkılmadan konuşabiliyor, hiç sıkılmadan buz prensini dinleyebiliyordum. Her cümlesi öyle içten, öyle sıcaktı ki; benimle görüşmekten tırıs tırıs kaçmaya çalışan adamın o olduğuna inanmak gerçekten güçtü. Bana ailesini, hobilerini, arkadaşlık ilişkilerini anlatıyordu. Geçmişi beni kıkır kıkır güldürebilen eğlenceli anılarla doluydu ve her konuşmamızda yeni bir anısını anlatmaya bayılıyordu. Sık sık kız kardeşine olan düşkünlüğünden bahsediyordu. Bazı geceler bana gitar çalıyordu. Bazen meslek yaşantısında karşılaştığı bazı tatsız hikâyelerden bahsederken duygulanıyor ve hızlıca konuyu değiştiriyordu. İncecik bir ruhu vardı ve bu ruh telefon sinyallerini aşıyor, bir şekilde şıp diye benim kalbime dokunuyordu. Bunca şeyin üstüne göz göze geldiğimizde hislerim olduğu hallerinin en az on katına çıkmışlardı ya; galiba artık neden âşık olduğumu sorgulamama çok da gerek kalmamıştı. Aklımı, mantığımı, kalbimi, günlerimi ele geçiren güç; yakışıklılığının altında bir yerlerde gizliydi. Görünenin ötesindeydi. Yaşantısını benimle paylaşmaktan hiç çekinmeyen; ama beni yaşantısına bir türlü dâhil edemeyen buz prensi, beni de o gizli köşelere saklamaya çalışıyor olabilir mi?

Olabilir.

Bunu hayatım boyunca anlamlandıramayabilirim, ama olabilir. Çünkü buz prensi böyle beachlerde, barlarda takılan çocuk olmayı seviyor. Dahası, aslında böyle olduğunun bilinmesini seviyor. Ama öyle değil, bambaşka bir çocuk; biliyorum. Ben o gizli saklı halini çok daha fazla seviyorum. Arkadaşlarıyla tekneye binip denize açılan, mangal başından fotoğraflar paylaşan, sessiz sakin ama temiz köşelerde kahvaltı yapmayı seven, ailesiyle yediği akşam yemeklerinde gitar çalan, çok şey yapan ama az şey yapıyormuş gibi davranan o mütevazı çocuğa bayılıyorum. İçki içip bana "sarhoşum" yazmayan, elinde sigara tutmayan, uzun bacaklı ve koyu renk rujlu kızların ciddi suratlı fotoğraflarına like atmayan haline... Beni dinlemeyi seven, görmezden gelmeyen, bana güzel hikâyeler anlatan, her koşulda dürüst davranan ve beni asla ekmeyen haline...

Sahi, ikizler burcu erkekleri hep mi böyle?

Platonik Bir Aşka Tüpsüz DalışHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin